6 Aralık 2017 Çarşamba

Bugün ne var sırada?


Günaydın Sara... Uyan Sara... Kalk Sara... Hadi Sara... ama çok uzattın...

Ya dün ne kadar yoruldum sen farkında mısın? Dünyayı yürüdük... ama daha gezecek çok şey var... iç-konuşmalarından sonra -çok şükür- yataktan ayrılmayı başarıyorum. O muşmulalık hallerimi üzerimden atma çabalarım bir süre devam ediyor. Mutfak tezgâhının üzerinde kahvaltı için almış olduğumuz poşeti görüyorum. Kahvaltı hazırlığına girişiyorum. Dışarıdaki havayı merak ediyorum, ama pencereler yüksekte kaldığı için hemen göremiyorum. Kahvaltıya oturmadan önce, camın önündeki sete dizlerimi koyup dışarı bakıyorum. Dışarı bakmanın bu kadar zor olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ev güzel bir çatı katı aslında, ama camdan bakmak çok zor: kendi evimin camlarının böyle olmasını istemezdim doğrusu diyorum. Dışarıda çirkin bir kış havası... Unutmamak için katlanır şemsiyeyi sırt çantama atıyorum. Bir yandan da "bugün ne yapacağız ki" diye soruyorum. Şu gelmeden önce print ettiğim blog yazısını tekrar gözden geçirmek üzere çıkarıyorum. Kahvaltı sofrasında incelemeye başlıyorum. Gezip gördüklerimizin yanlarına √ atıyorum. Şehri üç bölümde gezmek gerek dediği yeri kontrol ediyorum ve üçüncü bölümün kale olduğunu okuyarak hatırlıyorum.

Okey... Bugün kale gezilecek! Ama hava nane... İyi giyin, tepeye çıkacağız diyorum. Saate bakıyorum: Sekiz buçuk. Süper! Kalenin açılış saati dokuz buçuk ama olsun, fünikülere filan bineceğiz ya, indiğimiz yerde fotoğraf motoğraf çekeriz diye iyidir diyorum.
...
Salzburg'un yolları taştan... yürü babam yürü... fünikülerin yerini bilmediğim için Goo sağolsun önden gidiyor, biz de arkasından. A aaa... Bu meydana hiç gelmemişiz, hayret! O ne be? Dur yaa... Yakından bi bakalım!!!


Bu nedir Allahaşkına??? Neyse ne! Birileri eğlenmiş anlaşılan. Deyip fünikülere doğru yürüyoruz. Daha epey zaman var kalenin açılmasına, ama benim aklım yukarıda. Çıkalım bir an önce diyorum. Oyalanırken androjen tarzlı bir kadın füniküleri aradığımızı sanıyor, bize yol gösteriyor. Teşekkür ediyoruz ama o taraftan henüz gitmiyoruz. Sağ köşede demir parmaklıklı bir kapı görüyoruz. Merakımızı çekiyor. Giriyoruz. Suyla dönen bir değirmen. Biraz değirmene bakıyoruz. Bir iki fotoğraf... derken bir demir kapı daha... Yine giriyoruz. Başka bir dünyaya geliyoruz: Öte dünya! Burası eski bir mezarlık. Ama ne mezarlık! Tarihine bakıyorum: 1627. İnanılmaz. Nasıl bakımlı! Neredeyse 400 yıldır birileri gözü gibi bakıyor bu mezarlığa. Yazık ki kışın sadece siklamen çiçekleri var. Yine de son derece yeşil. Mezarlar mermer bloklar şeklinde değil, sadece etrafı mermer bir çizgi ile çevrili; içindeki toprak ise tümsekler halinde, üzerleri tamamen yeşillik ve çiçekler... Ara ara ağaçlar da var... Ağacın altında yatanlar ne şanslı diyorum kendime. Sonra da neden böyle dedim şimdi diye düşünüyorum. Pirinç plakalardaki isimleri okuyorum. Tanıdık arıyorum. Bulamıyorum. Neredeyse her mezara yapılmış olan mermer suluklara bakıyorum. Kimi kalp şeklinde. Kuşlar için herhalde, ne güzel diyorum. Ve onları ebedî istirahatgâhlarında bırakıp kaleye çıkıyoruz. Sonradan öğreniyorum: Meğer Mozart'ın ablası orada yatıyormuş ve Sound of Music filminde Von Trapp ailesi Nazilerden kaçarken bu mezarlıkta saklanmış.

Kale fena değil, ama beni esas ilgilendiren Salzburg'un yukarıdan görüntüsü. Hayal kırıklığına uğruyorum. Zaten hava yağışlı, görüntü de matah olmayınca öylesine geziyorum. Bir yandan da söyleniyorum: Bir yerde yanlış mı yapıyoruz? Bu şehir Unesco dünya mirası listesinde değil miydi? Neden bu kadar vasat gözüküyor gözüme? Evet, çok güzel şeyler gördüm, gördüklerimden dolayı çok mutluyum, ama sanki bir şeyler eksik diye geçiriyorum içimden.


 

İki saat kadar vakit geçirdikten sonra fünikülerle aşağıya geri dönüyoruz. Ne yiyoruz, ne içiyoruz hiç hatırlamıyorum, ama aklıma yeni bir şey geliyor. Şu benim sayfanın kenarına İstanbul'da küçük bir not yazmıştım. Eski bir kütüphane. Neredeydi o deyip sırtımdan hiç ayırmadığım çantamdan çıkarıyorum kağıtları, adını bulup Goo'ya soruyorum, yürüyerek 25 dakika diyor. Gider miyiz? Gideriz! Neyse ki yağmur yağmıyor. Biraz şehrin dışına çıkar gibi yapıp doğa parkurunda yürüyerek ilerliyoruz.


 



Hedefimiz Schloss Leopoldskron Hoteli... Bu kütüphane bir otelin içinde olduğuna göre inşallah izin verirler gezmemize diyorum. Yürüdüğümüz yerler çok güzel. Huzur dolu. Sakin. Tam ihtiyacımız olan şey. Yaklaştığımızda otelin aslında Sound of Music filminin çekildiği göl kenarındaki yapı olduğunu fark ediyorum. Demek biz buralara turla geldik. Heh! Bahçe kapısından girip ana binanın yanındaki iki katlı alçak yapıda resepsiyonu buluyoruz ve bankodaki görevli kıza soruyoruz: Biz ana binadaki kütüphaneyi görmeye gelmiştik ama, ne taraftan girebiliriz acaba? Kütüphane otel müşterilerine açıktır, dışarıdan ziyaretçi almıyoruz diyor. Biz şok! Nasıl yani? Biz çok uzaktan geldik, gözünü seveyim, yapma bunu bize. Yok diyor, maalesef! Yahu bi bilet filan yok mu alalım. Parası neyse vereceğiz. Yok diyor, bilet de yok. Ama otel müşterisi girebiliyor! Evet, girebiliyor. Bilet parası = bir oda parası yani, öyle mi? Öyle diyor. Yuh anasını satayım, amma da kütüphaneymiş. Giremiyoruz! Eve dönünce neyi kaçırdığımıza Goo ile birlikte tekrar bakıyoruz. Bir kez daha üzülüyoruz.

Gölün etrafında gezelim bari diyoruz. Uzaktan gördüğümüz göle yaklaşıyoruz. Önce otelden görünen manzaraya bakıyoruz. Büyüleniyoruz!




Etkilenmemek elde değil. Çeksen bin tane fotoğraf çekersin. Dur bir de şöyle çekeyim, bir tane de panoramik olsun, yahu bi tane de selfie yapalım filan derken çekiyoruz epeyce, saymadım ama... Daha gölün etrafında dolaşmaya başlamadan hem de! Hadi yürü... Deyip büyülenmiş bakışlarla yürüyoruz o güzelliklerin arasında. Bizim gibi yürüyenler var. Yaşlılar, bebeğini gezdirenler, köpeğini gezdirenler, bankta oturup manzara seyredenler, balık tutanlar...Orada da yaşıyorlar. Hayat her yerde sürüp gidiyor. Kimileri öyle, kimileri böyle!

Biraz ileride karşı kıyı yakınlaşıyor. Biz de durmuş oraya bakıyoruz. Karşıdan bebek arabasıyla bir kadın geliyor. Yanımızda duruyor; karşıyı gösterip "biivaa, biivaa" diyor. Birbirimize bakıyoruz, anlamıyoruz. Bir kez daha tekrar ediyor, yine anlamıyoruz. İngilizce de biivaa denir diyor. Goo'ya soralım bari, yoksa kadın gitmeyecek diyoruz. İngilizcesini yazmaya çalışıyoruz, çok şükür çıkıyor: Kunduz. Meğer neymiş? Karşı kıyıda bir ağaç devrilmiş, çünkü onu kunduzlar kemirmiş. Anlayana kadar ömrümüzden ömür gidiyor. Henüz devrilmemiş ama oldukça kemirilmiş başka bir tane gösterince kavrıyoruz meseleyi.




Şu karşılaşmalar seyahatin tadı tuzu. Öyle anlar ki hiçbirini unutmak istemiyorum. Beni ben yapıyor, bana ruh katıyor, insan denen varlık hakkında daha fazla düşünmemi sağlıyor. Bebeğini bir kenarda bırakıp, bize karşı kıyıda kunduzların yaşadığını anlatmak için tüm benliğiyle çabalayan bu insanın ve bu karşılaşmanın bir anlamı olmalı. Atıyorum hatıra kumbarasına, yoluma devam ediyorum.

Günün sonunda eksiklikler ve fazlalıklarla dönüyoruz şehre. Sıcak bir yemek yiyoruz yorgun-argın. Sırtım ağrıyor. Ve yağmur yağıyor. Karnım doyarken pencereden gözüken yüncü dükkânına takılıyor gözüm. Benim mekânım! Bir yüncü dükkânımın olmasını çok isterdim dememle açılan konu bizi epey oyalıyor. Montano bekleyedursun!

 



5 Aralık 2017 Salı

Daha gün bitmedi...



Gün uzun. Hem de öyle uzun ki neler yaptığımızı hatırlamakta zorlanıyorum. Önce yemek mi yemiştik, yoksa ikinci Mozart müzesini mi gezmiştik ikileminden sonra sıralamanın çok da önemli olmadığına karar verip yazmaya devam ediyorum. Bu defa yanı başımdaki hoparlörden Leopold Mozart'ın yedinci senfonisi duyuluyor... Yazarken "duyuluyor" kelimesini seçtim ama bir an sonra yanlış seçtiğimi düşünüyorum. "Duymuyorsun, basbayağı dinliyorsun" diyorum kendime. Çünkü daha önce hiç duymamış olduğum bu parçayı yeni edindiğim bilinçle dinliyorum. Baba Mozart Leopold'un iyi bir keman virtüözü olduğunu bilerek dinliyorum. Elbette kendi seslendirmiyor, ama olsun, hayal ediyorum işte...
...
Bu defa binanın üzerinde Mozart Wohnhaus yazıyor. "Wohnhaus ne demek ki" diyorum ve o günden beridir ilk defa anlamına bakmayı akıl ediyorum. Goo parmaklarımın altında... Pat! Cevap veriyor. Öğreniyorum: İkâmetgah demekmiş. Evi yani... Amaaannn bu muymuş deyip geçiyorum.
...
Yine merdivenler...



Tek kat çıkıyoruz aslında. Bir sahanlıkla kırılıyor merdiven. Merdivenin tepesinde kapalı bir kapı. Sarıyor yine beni bir heyecan! Hani biz olsak evin kapısına gelince anahtarları cebimizden çıkarıp evimizin kapısını açarız ya... Gözümün önünde bir deste anahtar ile Leopold canlanıyor. Uzun ve pas renkli anahtar destesi Leopold'un elinde duran büyükçe bir halkadan sarkıyor ... Yahu neler düşünüyorsun sen öyle diyorum kendime. Elbet kapıyı açacak birileri vardır içeride diyorum ve kapının üzerindeki yazıyı okuyorum: "Please open the door." Kolu çevirip açıyorum...

Büyükçe bir salona giriyorum. Önce mekân algımı bir düzene sokmam gerekiyor. Tavanlara bakıyorum, uzaktaki eşyalara bakıyorum. Kaç pencere var, içeride ne gibi şeyler sergileniyor, kaç ziyaretçi var, görevli nerede gibi odaklanmalardan sonra bir şimşek çakıyor! Anaaa... Yoksa burada da mı fotoğraf çekmek yasak? Görevliyi görünce aklıma geliyor herhalde... Canım sıkılıyor. O andan itibaren müzeyi bir türlü istediğim gibi gezemiyorum. Daha doğrusu geziyorum gezmesine ama içimde beni kemiren bir kurt. Sormuyorum da fotoğraf çekiliyor mu diye. Ya yok derse! En çekmek istediğim şeyden de mahrum olacağım sorarsam. Ben, içimdeki kurt ve elimdeki audio-rehber bir saat kadar evi geziyoruz.

Duvardaki 1 numaradan başlıyorum dinlemeye. Salon Mozart ailesinin misafir ağırladığı büyük salon. Davetlerin ve küçük konserlerin verildiği salon... İrili ufaklı bir sürü enstrüman sergileniyor burada. Audio-rehberden tek tek dinliyorum. Klavisen hangisi, çimbalo hangisi, sesleri nasıl çıkıyor, bunları öğreniyorum. Bu arada görevli göz hapsinde... o beni, ben onu zaptediyoruz. Belki de bana öyle geliyor. Bir kez kurtlandım ya! Bu salonun fotoğrafını çekemeyeceğim için üzülüyorum. Çünkü eve dönünce klavisen hangisiydi, çimbalo hangisi unutacağım, biliyorum. O sızıyla ikinci salona geçiyorum. Kendime uygun bir açı bulmaya çalışıyorum. Sözde oradan çekeyim bari diyorum. Bu defa ziyaretçiler bana bakıyor gibi geliyor. Pişkinlik yapamıyorum, vazgeçiyorum.

Leopold'a adanmış bir odaya geliyorum. Seviniyorum. Hakediyor diyorum. Oğlu ile mektuplarını okuyorum. Dertler hiç değişmemiş onu görüyorum. Baba-oğul çekişmeleri ile bizim evin hallerini karşılaştırıyorum. Baba Mozart'ın kitaplarına bakıyorum ve yan odaya geçiyorum. Her tarafı geziyorum. Wolfgang'ın ablası, çok sevdiği eşi Costanz ve iki oğlu hakkında birçok şey okuyup dinliyorum. Ve çekeceğim tek fotoğrafı Leopold'un odasında aslında hiç de istekli olmadan ama o anarşist ruhla inadına "Al Sana" diye çekiyorum.


Bu da bitti! Eeee... Şimdi ne yapıyoruz? Bilmem! Kim bilecek? Dur bakayım! Şu Linzergasse'de az yürüyelim bakalım deyip caddeyi geziyoruz. Dükkanlara vitrinlere bakıyoruz. Aa... Bir şekerci! Lisa spaghetti şeker istemişti, girip onu alıyorum. Arada kadının ikram ettiği şekerlerden bir kaç tane yiyorum. Yanında bir paket de kalpli şeker seçiyorum... Biraz da Salzach nehri kenarında dolanıyoruz. Aklımıza rehber Ana'nın tavsiyesi geliyor: Sıcak şarap...

Eski şehir tarafındaki tezgahlardan birine doğru yürüyoruz. E yürüyoruz tabi, çünkü artık kestirmeleri bile öğrenmiş durumdayım. Cadde kilometre boyunca kesintisiz ilerliyor, binaların altından küçük geçitler geçiyor. O geçitlerden pıtır pıtır ilerleyip Cafe Tomaselli'nin karşısındaki sıcak şarap tezgahını buluyoruz. Şarapları alıyoruz. Açık havada ayakta içilen masalarda yer arıyoruz, yer yok. Masalar kalabalık, saat keyif saati, hava karanlık, ışıklar ışıl ışıl... Bir masanın yanında biri kadın, diğeri erkek elleri ceplerinde öylece duruyorlar ve arada bir şaraplarını yudumluyorlar. Müsade isteyip yanaşıyoruz. Öyle de durulmaz ki! Hafif göz teması, bir iki ufak soru derken sohbet başlıyor. 15-20 dakika kadar hayatlarına renk oluyoruz. Yani ben öyle hissediyorum. Her yıl bu zamanda Viyana yakınlarından Salzburg'a gelip birkaç gün kaldıklarını ve bu tezgahtan mutlaka sıcak şarap içtiklerini öğrenince gelecek Noel için aynı masada sözleşiyoruz ve onlardan ayrılıp yemeğe gidiyoruz.

Yemekler bu defa nefis. Knödel yiyeceğim diye kafaya koymuşum... Önceki akşam o mikrop garson ağır olurmuş diye yedirtmedi bana, ölüyordum zencefilden!

Aaa unutuyordum... Gündüz, Triangel'den rezervasyon yapmak istiyoruz, ama önümüzdeki günler için rezervasyon veremiyorlarmış, doluymuş. Amaan boşver daha güzelini buluruz deyip süper bir yer buluyoruz. Bir tabak knödel üçlemesi ile bir tabak geyik yahnisini bölüşüyoruz. Biz lezzetten lezzete uçuşlar yaşarken iki masa ötedeki dört kişilik Türk ailenin her birinin önüne fotokopi makinesinden çıkmış birer şinitzel geldiğini görüyoruz, üzülüyoruz. Yenecek onca güzel şey varken... Düşünceler yine kafamın içinde koşuşturmaya başlıyorlar. İtişip kakışıyorlar. Bunlar muhtemelen dün akşam da aynı şeyi yemişlerdir diyorum. Ketçap mayonez istiyorlar. Kanım çekiliyor. Siz niye evden kalkıp buraya geldiniz de yer kaplıyorsunuz ki diye şiddetle sorasım var. Tutuyorum kendimi. Çok mu aşağılıyorum acaba diye de bir yandan kendimi sorguluyorum. Türklerle aramızdaki masada oturan İtalyana çikolatalı sufleye benzer bol kremalı bir tatlı geliyor. Offf! Diyoruz ama yemiyoruz.

Eve dönerken aklımda Montano Hastalığı... Bitmez bu kitap pazara kadar diyorum. Saat erken ama ben mide hal yok. Yine de 30 sayfa okuyorum ve sızıyorum...

Neşeli günler başlıyor...


07:45            (   a   l   a   r   m         ç   a   l   ı   y   o   r   )


Aman Tanrım! Dün akşam ki zencefil vurgunundan sonra hâlâ hayattayım...


Gözümü açtığımda zihnimde beliren ilk düşünce bu oluyor. Şükürler olsun, ucuz kurtardım! E güzel :) o zaman "yaşamaya devam" deyip hazırlıklara geçiyoruz. Tabi dün Mozart'ın heyecanıyla not etmeyi unutmuşum. Neşeli Günler yani Sound of Music turuna yer ayırtmıştık. Bizim eve bıraktıkları haritanın kenarında Panorama Tour'un düzenlediği turun ilanı varmış. Meğer turunu bile yapmışlar yahu! Görünce epey heyecanlanmıştık. Bak arayalım soralım filan derken, bir de baktık yazılmışız.. Kahvaltıyı bir önceki gün Spar'dan aldıklarımızla evde hallediyoruz ve sekiz buçukta vınn... Nehrin öbür tarafında yani yeni şehirde bulunan Mirabelplatz'dan kalkacak otobüs demişlerdi. Bi gidiyoruz ki, turun başlamasına 25 dakika olmasına rağmen koca otobüs fulllll!!! Amma meraklısı varmış Sound of Music filminin! Her milletten insan var otobüste. Üstelik hepsi üçer beşer kez falan izlemiş. Bi karacahil biz :P




Aman, iyi ki filmi izleyip gitmişiz...

Neyse uzatmayalım, ben böyle bir tur görmedim! Yaklaşık dört buçuk saat sürüyor. Her dakikasına helal olsun. Aslen Portekizli olan rehberimiz Ana'dan, turu dizayn edenlere, otobüste gösterdikleri videolara kadar inanılmaz... Ana öyle muhteşem ki tüm replikleri ezbere biliyor ve değme tiyatroculara taş çıkartıyor. Neler neler anlatıyor. Ne kadarı orada çekildi, ne kadarı Hollywood setlerinde filme alındı, Julie Andrews çekimler süresince nerede konakladı, bazı sahneler kaç kez ve nasıl çekildi gibi gibi gibi...

Buraya bir kaç örnek koymak istiyorum. Şöyle ki: Önce filmden bir pasaj, sonra da tam o noktada benim çektiğim bir ya da birkaç fotoğraf.


 
 
 


Bu sahne gerçekten Leopoldskron gölünde -nisan ayında- tam beş kez çekilmiş. Çekimi zor bir sahne olmuş. Sonunda tüm çekimlerden azar azar parçalarla montaj yapılarak tamamlanmak zorunda kalınmış.







 
Bu sahnenin ise bir kısmı Mirabel Sarayı'nın bahçesinde çekilmiş. Tabi ki filmin çekildiği mevsimde doğa daha canlı ve tüm bahçe film ekibine ait, yani fotoğraflardaki görüntü kirliliği ya da yavanlık filmde yok. Tam tersine, çıtır çıtır bir film.Ne yapalım, bu defalık idare ediyoruz, sineye çekiyoruz.
 
 

 
Turun iki-iki buçuk saati geçtiğinde "yahu görülecek ne kaldı ki geriye" diyorum. Öyle dolu dolu gezdik ki! Ama kalmış işte. Otobüs bizi alıyor, taaa Mondsee'ye kadar götürüyor. Biz de uyanığız ya, diyoruz ki aramızda: tur bitti aslında, bunlar biraz da civarı, tepeleri gezdiriyorlar otobüsle diyoruz. Halbuki öyle değil tabi. Meğer filmde evlendikleri kilise Mondsee'deymiş. Şehirdeki çan kulesi gözüken kilise çekimler için karanlık ve sıkışık gelmiş, burası daha aydınlık, ferahmış. Doğru vallahi! Görünce hak verdim.
 
Rehber biraz da espri katıyor anlattıklarına. Hikaye şöyle: Mondsee kilisesinin rahibine soruyorlar nikah kıyma sahnesinde rol alır mı diye. O da kabul ediyor. Ve nikahı kıyıyor. Bizim rehber de bu durumda bize soruyor: Bu durumda Julie Andrews ile Cristopher Plummer Tanrı huzurunda gerçekten evlenmiş olmuyorlar mı?
 
Daha bir sürü sahne ve o mekanlarda çekilmiş fotoğraf var, ama hepsini tek tek eşleştirmeye ne zaman ne de sabır var.
 
Tur bittiğinde bu turu almakla muhteşem bir iş yapmış olmanın hazzı da bize katılıyor ve mutlu mesut yeni şehri geziyoruz. Yeni şehir dediysek öyle plazalar filan yok, ama eski şehirden bile daha güzel. Nitekim Mozart ailesi de vakt-î zamanında bizim gibi şehrin yeni bölgesinin daha cazip olduğunu düşünmüş ve 25 yıl o tek yatak odalı küçük evde yaşadıktan sonra artık Linzergasse'deki geniş ve ferah eve geçmişler.
 
Oranın da tapusu bizde olduğuna göre, elbette orası da gezilecek. Fakat birader, yorulduk, acıktık. Bir nefes alalım, azıcık dinlenelim diye köşedeki cafeye giriyoruz. Tek isteğim güzel bir çorba, goulash çorba... Nasıl güzel geldi o çorba: ilaç, ilaç! Camın önünde büyük bir sepet içinde duran Atatürk çiçekleri dikkatimi çekiyor. Ben bunlardan da öreyim, çok güzeller diyorum ve tabi düşünüyorum: Bu bitkiye niye Atatürk çiçeği demişler ki? Çiçek desen çiçek değil, Noel bitkisinin Atatürk'le ne alakası var? Aklıma Kasımpatları geliyor, ama onlar hep 10 Kasım'ı çağrıştırdığı için hüzün veriyor. Belki de Atatürk bu bitkiyi çok severdi, eğer öyleyse sevmekte çok haklı, ben de seviyorum, gerçekten çok güzeller diyorum. Sepet içindeki bitkilere bir de camın dışından bakıyorum ve Mozart ile ikinci randevumuza doğru yola koyuluyoruz...

4 Aralık 2017 Pazartesi

Mozart ile uyanmak...

Günaydın...

Bu sabah, güne uyandığımda niyetimde Mozart'ı yazmak var. Lisa'yı okula göndermek üzere kahvaltı hazırlarken bir yandan da Mozart'ı düşünüyorum. Yazarken ne dinlesem diye soruyorum kendime. Sabah sabah opera kaldıramayacağım kesin. Aklıma çocuk Mozart'ın küçücük parmaklarının değdiği klavsen geliyor. Tamam. Güzel bir sonat bulalım o zaman diyorum.
...
Goo... Günaydın Goo... Seninle karşılıklı nescafe içmek ne güzel! Bana güzel bir sonat bulsana n'olur :)
...
Karşıma ilk çıkan sonatı dinlemeye başlıyorum: 331 no.lu piyano sonatı...


Nerede kalmıştık?

Uçakta program yapacağım demiştim :) Demiştim ama... Yapmadım. Aklım bir yandan Montano Hastalığı'nda. Yeni okumaya başlayacağım. Merak ediyorum. Ben en iyisi kitap okuyayım deyip çıkarıyorum kitabı ve uçuş boyunca okuyorum. Salzburg'a indiğimizde 40-45 sayfa kadar okumuş olduğumu görüyorum. Başta yaptığım hesaba göre kitabı pazar günkü toplantıya yetiştirmem için her gün 50 sayfa okumalıyım. O zaman akşama tamamlayacağım gerisini diyorum. Ve Salzburg'a ayak basıyorum.
...
Saat sabah 8 küsur. Önce 72 saatlik Salzburgcard alıyoruz. Her yerde geçerli. Otobüs, füniküler, müze... Her yerde! Ve 10 numaralı otobüse biniyoruz. Kart montumun sağ cebinde... Gururla taşıyorum. Sanırsın cebimdeki Salzburg'un tapusu! Vallahi öyle. Keyfim yerinde. Eve gidip valizleri bırakacağız. Elimde kapının şifresi var. Ama erken gideceğiz. Olsun, buluruz elbet bırakacak bir yer deyip varıyoruz eve. Şansa ev hazır olduğu için valizleri eve bırakıyoruz, ama şifre saat 15'ten sonra aktif olacak. Yani o saatten önce bir daha içeri giremeyiz. Girmek isteyen kim?!
...
Uçakta plan yapmadığım için nereden başlayacağımızı bilmiyorum. Evde birinci parkuru okumaya başlıyorum. Biraz okuyunca şehrin üç bölümde gezilmesi gerektiğine ve ilk olarak eski şehirden başlayacağımıza karar veriyorum. Peki önce bir kahve filan içsek? Hem biraz daha okusak, program yapsak?
Eski şehrin merkezine doğru yürüyüp en beğendiğimiz yerde oturuyoruz. Sonradan öğreniyoruz tarihin bir parçasının içine girdiğimizi... Café Tomaselli Mozart ailesinin sık sık gittiği bir mekân! En çok da gazetelerin ahşap tutacaklarla asılı olduğu askıyı inceliyorum. Üst kattaki mutfaktan gelen tereyağlı kokular bana Lisa'yı düşündürüyor. Avuçlarımı açıp biraz o kokudan toplasam, ona götürsem diye düşünüyorum. Bir fincan melange azıcık içimi yumuşatıyor. Hadi biraz da pisboğazlık derken bir tabak apfelstrudel'i paylaşıyoruz. Ve Mozart'ın doğduğu eve doğru yürümeye başlıyoruz. Google maps bizi Getreidegasse 9 numaraya doğru götürüyor. İşte orası...




Muhteşem! Mozart'ın doğduğu evin önündeyim. Yukarılara bakıyorum... İnceliyorum... İçeri girmek istiyorum. Gişeyi arıyorum. Salzburgcardlarımızı veriyoruz. Gişedeki kadın tapunun bizde olduğunu onaylar gibi geri veriyor kartları ve akıllı telefonlarımızdan müze aplikasyonuna nasıl bağlanacağımızı anlatıyor. Doğduğu daire aslında üçüncü kattaymış filan falan. Daha yukarılara çıkmadan heyecanlıyım. Baksana yaa... Mozart'ın tek tek bastığı basamaklar bunlar... Belki annesinin elini tutuyordu, belki babasının... belki kucakta çıktı defalarca... ya da bir defasında takılıp düşmüştü... belki birkaç kez basamaklara oturmuştu... ne bileyim, bu hayallerle bir kaç fotoğraf çekiyorum daha yukarı bile çıkmadan.




Basamakların heyecanını atlattıktan sonra eve giriyorum. Görevli beni uyarıyor. İçeride fotoğraf çekmek yasak! Neee??? Delirmiş bunlar diye çığlıklar yükseliyor içimden. Söylene söylene ilk adımları atmaya başladığımda -içimden yükselen çığlıkları duymuş olacak ki- görevli kulağıma doğru eğiliyor ve şöyle diyor: Kural bu! Söylemek zorundayım, ama sen çaktırmadan bir iki tane çek. Öteki görevliler benden daha sıkı, çekerken onlara gözükme diyor. Ben buluyorum bu insanları, biliyorum. Park yeri bulmanın imkansız gibi gözüktüğü her yerde şıp diye park yeri bulduğum gibi :) Şımarıklık yapmadan bir -tek- tane çekiyorum: O da dünyaya geldiği odada.




Kayıtlara göre Mozart 27 Ocak 1756'da saat 20.00'de bu odada dünyaya gelmiş. Anladığım kadarıyla babası müthiş bir adam. Leopold... Ne güzel bir isim. Mozart'ın yeteneğini ortaya çıkaran kişidir babası. Annesi Anna Maria bu odada yedi çocuk dünyaya getirdi. Sadece iki tanesi bir yaşını aşabildi: Ablası Maria Anna ve Wolfgang Amadeus. Ablası babasından piyano dersleri alırken Wolfgang'ın ilgisini farkeden Leopold, Wolfgang ile de piyano çalışmaya başladı. Wolfgang 5 yaşına geldiğinde hem piyano hem keman çalıyordu. Vitrinde duran keman onun ilk kemanı. Odada yine bir piyano sonatı çalıyor: KV 488. Ben de evde yazarken onu dinlemeye başlıyorum. Mutlu bir çocuk olsa gerek diye düşünüyorum. Odada Mozart'ın saçından bir tutam görüyorum. Biraz tuhaf oluyorum. Öteki odalarda annesinden, babasından ve ablasından kalma pek çok hatıra... Ablasının adının annesinin adı ile benzerliğini yeni farkediyorum. Geri dönüp inceliyorum, görevliye soruyorum. Doğru diyor. Biri Anna Maria, diğeri Maria Anna :) ne komik! Görevli de gülüyor. İsim konusunda pek yaratıcı değillermiş diyor. Ve ben -şimdi- bu detayları hatırlayabildiğim için seviniyorum.
Her şeyi yazmak istiyorum ama ne mümkün. Saatler sürer. Müzenin aplikasyonunu telefonumdan silmeye kıyamıyorum. Eve gelince tekrar tekrar okuyorum. Buraya da koymak istiyorum. Beceremiyorum.
Gerisini de yazmak istiyorum ama dedim ya saatler sürer. Öğlen Noel tezgahlarındaki satıcılardan bir şeyler atıştırıyoruz ve eski şehrin sokaklarında dolaşıp duruyoruz. Her detay bizim için önemli. Duruyoruz, bakıyoruz, konuşuyoruz, inceliyoruz... Ve devam ediyoruz. Tabi ki çok yoruluyoruz. Velhasıl akşamı zor ediyoruz. Listeye bakıp restoran seçiyoruz: Triangel'da karar kılıyoruz. Goo bizi götürüyor. Götürüyor da götürmesine... Triangel kapalı! Tüh! Birkaç dükkan ötede yine güzel bir yer buluyoruz ve giriyoruz.
Garsonun tavsiyesiyle sipariş veriyoruz. Yanında bira... Yemekler geliyor. Benim tabak eh! Ama yiyorum. Etten ve üzerindeki garnitürden yiyorum, pek bir keyif almıyorum. Yanında tel şehriye gibi rendelenmiş bir şeyler var. Bir çatal da bunun tadına bakayım diyorum ve çatalı ağzıma atıyorum............................... o beyaz şey aşağı inmemeli demem an sürüyor ama çok geç! birazı genzime kaçıyor gerisini tükürmeyi başarıyorum.......... ve ölüyorum! nefes alamıyorum......... öksürüyorum....... bu ne diyorum.... sanki ne olduğunu bilsem kurtulacağım............ Istanbul'daki evime dönebilecek miyim diye sorular sorarken biraz soluk alır gibiyim..... öksürüyorum..... herkes bana bakıyor.... garson dahil.... zencefil biraz yakar ama bütün mikropları temizler diyor....... inanamıyorum! Bir bardak su bile vermiyor, en çok ona takılıyorum. Zaten beğenmediğim yemeğim piç oluyor.
Ve gün bitiyor...
Okunması gereken 50 sayfa da...


2 Aralık 2017 Cumartesi

Salzburg'a doğru...

Tamam...
Yeniden başlıyorum.
Hem de en başından...

Geçen mayıs Didemlerle Salzkammergut göller bölgesinde yürüyüşe gittiğimiz zaman, ya Wolfgangsee'nin kenarında fotoğraf çekerken ya da Hallstad'da hayran hayran o zerafeti izlerken düşünmüştüm bunu: Buralara Noel zamanı gelmek lazım. Evet evet... Hatırlıyorum. Hallstad'a bakarken oraları karlı hayal etmiştim. Karları ısıtan ama eritmeyen o minik ışıklarla hayal etmiştim. Dur! Hallstad'ın fotoğraflarını da bir hatırlayayım...




Fotograflar: Haziran '16 Sara Handeli Navaro

Düşündükçe o günlerden çok şeyler geliyor aklıma, ama belki başka zaman not ederim onları. Kafam zaten karışık, daha da karıştırmadan toparlasam daha iyi olacak sanki. Her ne kadar durup dururken karşıma çıkan yan yollara sapmaya bayılsam da!

Eeee...

İşte! Buralara Noel zamanı gelmek lazım demiştim ya... Lisa'nın yüzme kampı olunca, haydi dedim -tam zamanı- Salzburg'a gidiyoruz. Bileti aldık, kalacak yeri ayarladık. Şimdi program yapmak lazım. Araştırmaya başlayayım en iyisi...

En sevdiğim arkadaşım Google...

Salzburg'la ilgili sitelere girip çıkıyorum. Karşıma hep Mozart çıkıyor. Ne güzel! Mozart Salzburg'da doğmuş. Doğduğu evi gezeceğim, öyle mi? Ne heyecan verici... Babama bir kez daha teşekkür ediyorum içimden. 12-13 yaşlarında beni okula gitmek üzere her sabah saat 6.30'da uyandırdığında mutfakta duran radyodan gelen klasik müziğin sesine babam alıştırmıştı beni. TRT3 radyosuydu benim sonraları konserlere gitmemi sağlayan, Burcu ile "Best of" kaset koleksiyonları yapıp CD biriktirmemize öncülük, proje zamanlarında çizimlerimize eşlik eden...

İşte böylece Mozart Salzburg ile ilgili birinci maddeye oturuyor.

Başka? Benim bilgili arkadaşım Goo önüme yeni bir şeyler getiriyor. Salzburg'u gezen birisi demiş ki: The Sound of Music filmini izlemeden Salzburg'a gitmeyin... demiş! Allah Allah! Ne varmış o filmde? Hangi film ki bu? Hımm... Neşeli günler! Seyretmedim ben bunu. Hep duyarım ama seyretmedim daha önce. Peki. Goo... Bana Neşeli günler fimini Türkçe alt yazılı bulsana!


 
 
Helal sana, buldun yine...
 
Böyle başlıyor film. Bu zamana kadar izlememiş olduğuma hayret ediyorum. Nefis bir film. Ve filmde geçen mekanları Salzburg'da görmek için sabırsızlanıyorum.
 
Birkaç parkur belirliyorum, ama detayları okuma işini uçağa bırakıyorum. Elimde iki ayrı blogdan seçilmiş iki ayrı gezi parkuru ve iki sayfa dolusu restaurant ve pastane adı var. Valizde kalın kazaklar ve kalın çoraplar... Çantamda fotoğraf makinem, fotoğraf makinesi için boş bir hafıza ve dolu piller... Bir de kitap grubu için bitirmem gereken kitabım "Montano Hastalığı".
 
Sanırım yola çıkmaya hazırım...
 
 
 
 

1 Aralık 2017 Cuma

Yenilenmek...

 
 
 


Sevgili Bloğum,

Tam 6 yıl olmuş görüşmeyeli. Zaman yine bana sormadan geçip gitmiş. Neler olmuş, neler bitmiş! Hatıralar birikmiş. Ama zihin bazen onları değerli-değersiz demeden silivermiş.
...
Yok ki çaresi... Kalmadı ne doktor muayenesi, ne arka bahçesi, ne çöp tenekesi! Sanırlar bahanesi...
...
Zararın ne tarafından dönsem kâr deyip, kumbarayı çıkardım meydana. Bari yazayım-çizeyim de, belki hafızamla aramdaki savaştan ben galip çıkarım: Seneler sonra birkaç bir şey hatırlarım. Sade fotoğraflar yetmiyor. Yazılar, alınan notlar, hatırlatmalar, düşünceler de gerekli. Ben kendime yazacağım bu notları. İsteyen okusun...

Yeni yıl yaklaşırken, yeni düşünceler üşüşüyor kafama... Fikirler değil, düşünceler! Eliyorum hepsini. Elediklerimi saymıyorum. Geriye bir tane kalıyor: YENİLENMEK

Yeni yıla en çok bu yakışacak.

...ve yine düşünüyorum!

Düşünceler her yerde...

Mesela SALZBURG'da...


 
 
Düşünceler bazen minik ışıklar gibi... Yakınındayken göz alıcı, eline almak, dokunmak istiyorsun. Ama tutamıyorsun. Çünkü ışık tutulmaz, düşünce de... En parlağı bile... Bazen öyle parlak ki bayram yeri mi yangın yeri mi belli değil. Yine de unutuyorsun işte o parlak düşünceyi. Salzburg'dan yakalayabildiklerimi not ediyorum şimdi. Anların kaçtığını bile bile...
 
 
 
 
Tezgahların üzeri kalabalık, tıpkı kafamın içi gibi. Bazen saf bir beyaz. Yumuşacık, tertemiz. Bazen öyle kırmızı ki kanıyor. Seçmek istiyorsun, seçemiyorsun. Öyle çok ki... Tam birini beğeniyorsun, bir de bakıyorsun bedeli yüksek! Göze alamıyorsun. Offf, en iyisi sıcak şarap içmek! 


 



Tabelaları okuyorum ve bilmediğim Almancamla Glühwein'in sıcak şarap olduğuna neredeyse eminim. Nasıl anladığıma şaşırıyorum. Şarapla ilgili olduğunu anlamak zor değil, ama yine de şaşırıyorum. Ve şaşırmışlığımı düşünüyorum. İlk yudum nefis. Fincandan ağzıma dolan sıcacık yudum, lezzetinin izlerini geçtiği yerlere yapıştıra yapıştıra mideme doğru ilerliyor ve ardından sıcaklığı -dışarıdaki soğuğa inat- tekrar yukarıya doğru içimi ısıtarak yükseliyor. Her yudum ayrı bir keyif veriyor. Geçen birkaç kış defalarca içmek isteyip de bir türlü bulamadığım o sıcak şarabın nihayet en güzelini içtiğim için seviniyorum. Kaydedemeyeceğim iki şey var: Koku ve tat. Onları biriktirebileceğim tek kayıt ve depolama merkezi hafızam. Şimdilik şarabın kokusu da tadı da hafızamda, ama daha ne kadar orada kalır bilemiyorum.

Düşüncelerle birlikte müzik de geliyor bir-yerlerden... Aniden doluyor kulağıma, gözüme dolan ışık gibi. Tek enstrüman var, o da insan! Kent korosu toplanmış, Noel şarkıları söylüyorlar meydanın bir kenarında. Biri tezgâhta asılı çanları tutmuş sallıyor o sıra. Koroya çeşni oluyor. Çanların sesiyle birlikte sanki geyiklerin çektiği kızak gökyüzünden süzülüyor. Bu gece son. Yarın eve döneceğim. "Henüz kar yok. Sabaha kadar bekle. Sabah gökte açan güneş gibi, dallarda kar tomurcuklanacak. Ve sen sevineceksin. Valizine bu defa bulut yerine kar doldurduğunu bilmeden... "Fotoğraf hocalarımdan biri fotoğraf çekmeye gideceğim zaman çantaya birkaç bulut atmayı unutmamamı söylemişti. Meğer beyazları karıştırmışım, bulut yerine kar doldurmuşum içine... Ne sürpriz ama! Geçen yıl buralara baharda geldiğimde niyetime koymuştum: Salzburg'u karlı görmek lazım diye... Ondandır!
 



Fotoğraflar: Sara Handeli Navaro
 
 
Şimdi evdeyim.
Anlatacak çok şey var. Hepsini bir günde anlatamam. Ve zaten öyle bir yerinden başladım ki... Olmadı!
Baştan başlamalıyım.
Yeniden...
 
 
 
 
  

25 Aralık 2011 Pazar

Dünya Noel'i kutluyor...

Evet... Bugün dünyadaki pek çok ülke Noel'i kutladı. Aileler Noel yemeği için biraraya toplandılar. 24 Aralık gecesinden başlayarak Noel şarkıları söylediler. Uzaklarda bulunanlar telefonla, internetle birbirlerine ulaştılar. Tabi Noel Baba bu vesileyle çok yoğun... Biliyorsunuz bu aralar geyikleriyle ilgili bir problem de yaşamış, ama sağolsun bonus kafa imdadına yetişti :)
Noel'de çakilen fotoğraflarla bakın neler yapmışlar...
Sevgili dostlarıma ve tüm sevdiklerine mutlu Noeller diliyorum.
Merry Christmas
Buon Natale
Joyeux Noel

22 Aralık 2011 Perşembe

Ajandamız Yeniyıla Hazır...

Yeni yıla doğru geri sayımda son 10 günün içindeyiz. Herkes yoğun bir hazırlık peşinde... Tabi ki ben de... Yılın son misafirlerini ağırlayacağız, yılbaşı kıyafetlerini aldık, yılbaşı menüsü hazır, sofranın detaylarını organize ediyorum. Hediyelerin bazılarını alacağız, bazılarını yapacağız. Neyse ki bir kısmı hazır. Oturma düzeni kartlarını son güne bırakmamalıyım. Hediye paketlerinin üzerine takacağım süslü etiketleri de... Kırmızı iç çamaşırlarını unutmamalıyım :) derken listem uzadıkça uzuyor. Ben en iyisi yapacaklarımı değil yaptıklarımı anlatayım.
Serotonin'de perşembeler çok keyifli geçiyor. 3 hafta bitti bile. Önce çam ağacımızın süslerini yaptık. Şimdi de ajandamızı hazırladık.
Ayşe Hanım bu yılki yılbaşı hediyelerini Scrapbooking derslerimizde öğrendiği tekniklerle kendi yapacakmış. Hem de tam 10 tane... Kolay gelsin Ayşe Hanım!

Serotonin'de ortam süper... Geniş bir masa, rahat sandalyeler, her detayı görmenizi sağlayan harika bir aydınlatma, etrafınızı saran tropik bitkiler, ara sıra kulağınıza gelen yüreğinizi ısıtan tango müziği, bir fincan 5 çayı, sohbet, yaratıcılık... eh daha ne olsun?! Serotonin (mutluluk hormonu) böyle salgılanıyor işte :)

Ocak ayında sizleri de bekliyoruz. Katılmak isteyipte aralık ayında gelemeyenler ocakta da bize katılabilirler. Sevgilerimle...

6 Aralık 2011 Salı

Yeniyıla doğru...

Yepyeni bir yıla doğru geri sayıma başladığımız bu 2011 aralık ayında bir de baktım ki dersler, kitler, malzemeler, yeni teknikler, facebook'ta ki scrapbooking sayfam derken şu benim sevgili blogumu birazcık ihmal etmişim. Ama o benim sanal alemdeki ilk gözağrım... Yani senden vazgeçemem sevgili blogum!...

Neyse lafı uzatmayalım... Bu yıl ki çam ağacımın süslerini kendim yapayım, sonra da kullandığım teknikleri bizim kızlarla paylaşayım dedim veee... 10 ayrı çeşit süs yaptım.


Bardak altlığına yeni fonksiyon...


Noel baba iş başında...


Bir ağaç da benden...



Meleğim...




Bu gerçek mi?



Karlar düşer...



Kalbim sizinle...



Mutluluk daimi olsun...






Perşembe günü Anadolu yakasında da dersler başlıyor.

Bu süsleri yapacağız. Sonra da 2012 ajandamız var sırada...


Sevgilerimle,