18 Aralık 2017 Pazartesi

Yapay Zeka ve Sanat


Geçenlerde Facebook'ta önüme gelmişti bu söyleşi duyurusu. Biraz inceledikten sonra "Off!" demiştim. Tam bana göre. Gidersin gidemezsin hesaplarından sonra sonunda gitmeyi başarıyorum. Başarıyorum da, içeri girmeyi başarabiliyor muyum? Hayır. Ama, inadım inat! Ölmek var, dönmek yok. Bu söyleşiyi dinlemeden şuradan şuraya gitmem diyerekten kapının ağzında dikilip sağ kulağımın kepçesini götürebildiğim kadar öteye götürmeye çalışıyorum. İçerideki erkek sesi bir şeyler anlatıyor ama benim gibi kapıdan içeri alınmayanlarla yapılan diyaloglar sağ kulak kepçemi yetersiz kılıyor. Sol kepçeyi uzatıyorum: Bu defa bir kadın konuşuyor. Yine birileri geliyor, içeri girmek istiyor, alınmıyor. Kısa paslaşmalar geçiyor. Duyamıyorum, anlamıyorum. Bu hengamenin içinde duyabildiklerim arasında bir küratörlük meselesi dönüyor, bir de Deniz Yılmaz diye birinin adı. Tamam diyorum, Deniz Yılmaz'ı yakaladım. Kimmiş bu Deniz Yılmaz, bakayım da belki bir ucundan kavrarım konuyu diyorum. Goo'ya soruyorum. Goo Deniz Yılmaz'ı yakînen tanıyor anlaşılan. Leb demeden leblebiyi anlıyor. Deniz Yılmaz şiir diyor. Bir de Deniz Yılmaz robot diyor. Nee? Robot mu? Ne alaka diye düşünürken birden bölük pörçük duyduklarım kafamın içinde yerli yerine yerleşip konuya anlam vermemi sağlıyor.

Evet Deniz Yılmaz şiir yazan bir robot. Bu robotu üreten ise Bager Akbay adında biri. Bager kod yazıyor ve yapay zekâ üretiyor. Yani normal şartlarda bilgisayar teknolojileri konusunda uzman diyeceğim türden birisi. Yine merak ediyorum ve özgeçmişine bakıyorum.




Ürettiği robot ona kodlanan şiir yazma kriterleri doğrultusunda her defasında farklı bir şiir yazıyor. Yazıyor diyorum, çünkü bu robot yazıcı gibi bir düzeneğe sahip. Hatta bildiğin yazıcı! Fakat bu yazıcı, belleğinde şiir yazma ile ilgili pek çok kod içerdiğinden ve aynı zamanda öğrenme yetisine sahip olduğundan her defasında başka bir şey yazabiliyor. Üstelik kelimeleri de kendine göre seçiyor. Söyleşide verilen örneğe göre akıllı telefonlarımızın mesajlaşma ekranı nasıl bir kelime yazdıktan sonra takip edecek kelime ile ilgili bir kaç farklı seçenek sunuyorsa, bu robot da aynı mantık ile çalışıyor. Tabi bir de kafiye kodlaması yapılmış. Ve nihayetinde karşımıza şiir denen o yazın türü çıkıyor.  Ama bu gerçekten bir şiir mi? "Şiir nedir?" sorusunu kendi kendime birkaç kez soruyorum. Yok diyorum; bu şiir olamaz. Olsa olsa form olarak, biçim olarak bir şiire benziyor diyebilirim.

Zaten Bager de Deniz'i mükemmel şiirler üretmek üzere kodlamamış. Kendi ifadelerine göre isteseymiş, daha güzel şiirler yazmak için de kodlayabilirmiş. Ama yapmamış. Bu kadarıyla neler olacağını merak etmiş ve Deniz'in şiirlerini Posta gazetesinin "Yurdumun Şairleri" köşesine gönderip durmuş. Şiirler gazetede yayınlanmamış olsa da kendini tanıtmayı başarmış. Çeşitli işbirlikçilerle  -örneğin söyleşideki diğer isim olan Mine Kaplangı ile- birlikte yaptığı çalışmalar sonucunda Deniz Yılmaz tanınmış.

Şimdilerde Deniz'in bir facebook sayfası ve instagram hesabı bulunuyor. Takipçileri de gün geçtikçe çoğalıyor. Hatta hesabında profil resmi de mevcut. Ayrıca bir de yayınlanmış şiir kitabı var. Kitap tanıtım etkinliklerinde imza günü bile organize edilmiş. Tabi bütün bu sürecin bir de hukuki yanı varmış. Avukatlarla, muhasebecilerle ve yayınevleriyle çok ilginç konuşmalar yaşanmış. Örneğin şiirleri %100 Deniz yazdığı için yazar adı olarak Deniz Yılmaz yazılmalı. Fakat Deniz bir robot olduğu için TC kimlik numarası yok. Ama kitap basılacağı zaman TC kimlik numarası gerekli. Bu süreç yayınevi tarafından ciddi ciddi tartışılmış. Telefon konuşmaları fıkra kıvamında. Ya da etkinliklerde Deniz'in yazdığı bir şiir satılınca parasını kim alacak problemi. En nihayetinde olay vakıf kurma düşüncesine kadar uzanmış: Robot Sanatçılar Vakfı. Vakfın kurulup kurulmadığını anlamadım. Ama amaç ilginç: Robot hakları arayışı. Azınlık hakları için mücadele eden gruplar var. Örneğin kadın hakları için birileri bir şeyler yapıyor. Fakat hayvan hakları için hayvanların kendisi mücadele edemiyor. O mücadeleyi veren yine bir grup insan. O halde robot hakları için neden mücadele edilmesin diyor Bager Akbay. Deniz Yılmaz'ın TC vatandaşı olabilmesi için bir mücadelesi var.




Bu arada yine kulak kepçelerim uzadığı sırada bir yapay zeka küratörlüğünden söz edildiğini duyuyorum. Salonun dışından meseleyi tam kavrayamıyorum. Evde izlediğim videolardan onu da anlıyorum. Yine Bager'in tasarladığı bir yapay zekanın küratörlüğünü yaptığı sergiden söz ediliyor. Projenin adı Çoban. İlk aşamaları gerçekleştirilmiş, proje hala sürüyor ve Deniz bu projeyi finanse ediyor.

2016'da bir sunum esnasında çekilmiş videolar yirmişer dakika, fakat gerçekten izlenmeye değer...



Bager Akbay'ın meseleye felsefi olarak baktığına inanıyorum. Burada esas sanatçı bana kalırsa Deniz değil, Bager'in ta kendisidir. Bu konuyu enine boyuna sorguluyor, araştırıyor ve irdeliyor. Yaptığı çalışmalarla izleyiciyi de düşündürüyor ve benzer sorgulamalara, irdelemelere sevk ediyor. Ve ardından sunum bitiyor ve ben kafamda sorularla eve dönüyorum. Hala düşünüyorum... Sanat nedir? Sanatçı kimdir? Üretim nedir? Sanat ne tür bir üretimdir? Küratör-sanat ilişkisi nerede başlar? Sınırları var mıdır? Öyle çok soru var ki... Bager Akbay'ı takipteyim!



10 Aralık 2017 Pazar

Mutluyum...


Kaç gün oldu saymadım; kuluçkadayım. Bugün "artık yeter!" nidalarıyla attım kendimi sokağa. Salzburg'un yolları taştan da İstanbul'unkiler çamurdan mı? Buraları da arşınlarız icabında diyerekten ver elini Üsküdar.

Arabamı her zamanki yere park ediyorum ve Marmaray'a doğru yürüyorum. Karşıdan bana doğru gelenlerle yanımdan geçip gidenlere bakıyorum. 6-7 genç kız, çoğu türbanlı bir iki tanesi açık ama hepsi makyajlı, kikirdeşerek selfi çekiyorlar; bir iki çift el ele, bir kadın kulağında kulaklıklar görüntülü konuşma yaparak yürüyor, adamın teki ise tam yanımdan geçerken ana avrat telefondakine küfrediyor. İniyorum yürüyen merdivenlerden, basıyorum akbili, perona varıyorum. Metro meydanda yok. Evden çıkarken taşısam mı taşımasam mı hesapları yaptığım 750 sayfalık kitabımı çıkarıyorum ve oracıkta okumaya başlıyorum.


Kitap yapısı gereği çok ilginç. Yazar iki tür okuma öneriyor: Birincisi 56.cı bölüm sonuna kadar düz okuma -ki, bu tür okuma yapacak okuru "sıradan okur" olarak nitelendiriyor-; ikincisi ise onun belirttiği sıra ile bölümden bölüme sekerek okuma -bu tür okura da "iddialı okur" diyor-. Epey düşündükten sonra iddialı okuma yapmaya karar veriyorum ve okumaya yetmiş üçüncü bölümden başlıyorum. Arada metro geliyor. Oturacak yer yok. Ayakta okumaya devam ediyorum. Birkaç satırın altını çiziyorum. Ve Yenikapı'da iniyorum, metroya biniyorum. Uzatmayayım. Şişhane durağının İstiklal çıkışına doğru yürürken bir sergi görüyorum ve kitabı çantaya geri koyuyorum. Uluslararası bir karikatür sergisi: Konu "Bağımlılık". Eskiden bağımlılık deyince akla uyuşturucu filan gelirdi. Zaman değişti. En fazla karikatürün telefon bağımlılığı üzerine olduğunu ilgi ile keşfediyorum. En beğendiğim üç karikatürün fotoğrafını çekiyorum.






Birinci karikatürü çok sevdiğim arkadaşlarım Marco, Çağrı ve Sacit Bey'den dolayı daha da anlamlı buluyorum (Bu yazıyı okurlarsa görseller için en yakınlarındakilerden yardım istemelerini rica ediyorum ve sevgilerimi gönderiyorum). On beş dakikalık karikatür molasından sonra çıkışa doğru yürümeye devam ediyorum. Bu çevredeki simaların nasıl da değiştiğini kendi kendime gösteriyorum. Gün ışığını görmemle birlikte kulağıma sesler geliyor. Bir grup insan toplanmış, bağırıyor. Polis ekipleri ise aportta bekliyor. Soruyorum mevzu nedir diye, maç var diyor. Hayret diyorum, yürüyorum. Az ilerde Narmanlı Han'ı görüyorum, bağıranları unutuyorum. Ne güzel görünüyor -tertemiz- diyorum. Aklıma üniversitede bir proje için oraya gittiğim günler geliyor: o esnaflar, o gri görüntü, o eski kokusu... Önünden geçiyorum. Avludaki fıskiye çalışıyor, ama henüz inşaat bitmemiş. İçime bir damla hüzün düşüyor. Bir şeyler yiyorum ve yola devam ediyorum.  İleride dumanlar görüyorum, yolumu değiştiriyorum ve Asmalı Mescit'e sapıyorum. Sağımdaki solumdaki dükkanlara bakıyorum. Biraz ileride Yakup 2, onun karşısında kayınpederin eski dükkanının olduğu han. Az daha gidiyorum. Babamın muhasebe yaptığı yıllarda muhasebesini tuttuğu bakkal. Sahibi çoktan değişmiştir herhalde diyorum. Ve sağa sapıyorum. Karşıma yine bağıranlar çıkıyor. Anlıyorum mevzuyu: Trabzonsporlular Filistin bayrağı taşıyorlar. Yoluma devam ediyorum. Gittiğim yer Pera Müzesi. Filme giriyorum. Beden ve Ruh üzerine Orta Avrupa Filmleri kapsamında 74 dakikalık Papatyalar adlı film sembolizmin dibine vurmuş absürd görüntü ve sesler ihtiva eden yeni nesil sanat filmlerinden. Pişman değilim. Zihnimi açıyor. Klişelere saplanıp kalmamamı sağlıyor.

Biter bitmez fırlıyorum. Doğru Salt Galata'ya. Bu defa Okçu Musa'dan geçiyorum ve çocukluğumu hatırlıyorum. Babamın muhasebe yaptığı yıllarda onunla işe gitmeye bayılırdım. Hele o öğlen yiyeceğim ekmek arası kokoreç... Efsaneydi! O yıllardan iki isim hatırlıyorum: Biri Nina, diğeri Nino. Komik! İkisinin de yüzleri aklımda. Tatlı insanlardı. Kim bilir şimdilerde ne yapıyorlar?! Ve Burla'nın önünden geçiyorum. Oranın adını ise annemden çok duyardım: Meri'nin çalıştığı yer! Tüm tanıdıklara içimden selam çakıp Salt Galata'ya varıyorum. Konu tam benlik. Mimarlık + Fotoğraf.

http://saltonline.org/tr/1734/atolye-yasayan-mekan-yasanan-mekan?home

Saat iki buçuktan akşam yediye kadar üç oturuma katılıyorum. Her biri ayrı güzel. Ama en güzeli İkramiye Konutları. Başkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi Uğur Şumnu'yu yaptığı çalışmalardan dolayı gönülden kutluyorum. Ve o çalışmaları buraya kaydediyorum.

http://sivilmimaribellekankara.com/
http://usumnu.wixsite.com/ikramiye

Son oturumda da Mardin'e dair bir şeyler öğreniyorum ve bugünü kumbarama doldurduğum pırıl pırıl bilgilerle kapatıyorum. Mutluyum.

7 Aralık 2017 Perşembe

Merak ediyorum...


Sonunu herkes gibi ben de merak ediyorum. Zaten sonlar hep merak edilesidir. Bir yandan merak ederken bir yandan da ahkâm kesersin öyledir böyledir diye. Kendi içinde bir yanılma payı bırakırsın ama kimseye söylemezsin. Bir seyahatin, bir filmin, bir kitabın ya da bir günün sonu; belki bir gafın sonu, bir beraberliğin, bir yaşamın sonu filan derken... zihnim benden önce uyanmış felsefe yapıyor. Son gün psikolojisi işte! Ama daha valiz toplayacağız, ev sahiplerini arayacağız, bugünü programlayacağız. Elini çabuk tut, sonra felsefe yaparsın deyip fırlıyorum yataktan. Önce tuvalet! Ay çok affedersin bunu söylemem lazım: Klozette oturuyorum ve sol üst taraftaki küçük pencereye doğru bakıyorum. Ahaa! Yanlış mı görüyorum? Camın kıyısına kadar yanaşmış çıplak bir çatal dal ve dahası üzeri beyaz kar! Ayyy! Dur bir de aşağıya bakayım deyip alelacele toparlanıyorum, cama koşup parmaklarımın ucunda yükseliyorum. Evet evet kar; bildiğin her yer kar! Harika! Bundan daha güzel bir sürpriz olamaz. Herhalde akşam yağan yağmur sonra kara dönmüş ve bütün gece yağmış diye aklımdan geçiriyorum. Bende bir heyecan, bir mutluluk, değmeyin keyfime. İşimi bitirip çıkıyorum tuvaletten. Her pencereye tek tek gidip "peki ya bu pencereden kar nasıl gözüküyor" deyip deyip bakıyorum. Bu birkaç dakikalık heyecanı bir süreliğine kenara koyuyorum ve kahvaltı, valiz toplama işlerine girişiyorum; tabi o arada düşünüyorum. Odayı en geç saat onda bırakmalıyız, uçak ise akşam saat sekizde. Şu dönüş günleri de ne antipatiktir diyorum; her şeyi yarım yamalak yaparsın, ne gördüğünden anlarsın ne yediğinden. Onu da koy valize, bunu da koy valize... Ve aklıma yine kar geliyor. Kar, bu arada kalmış ruh halimin üzerine yağıyor ve sanki o pis telaşı bir güzel örtüyor ve yine heyecan veriyor. Eeee satarım anasını uçağın, varsa var, ben keyfime bakayım, bugünün tadını çıkarayım deyip jet hızıyla bitiriyorum her şeyi. Kadının telefonda dediği yere bırakıyoruz valizleri ve çıkıyoruz. Saat dokuz buçuk.

O ne güzellik! Salzburg gelinlik giymiş gibi. Hani tam film bitti derken yepyeni bir son çıkarır ya yönetmen karşına; işte tam öyle. İstikamet Salzburg Modern Sanatlar Müzesi. Oraya gitmemizin bir kaç sebebi var. Müze tepede ve Salzburg'u karlı görmek için oradan daha iyi bir yer olamaz. Artı, yirmi yıldır gittiğimiz ülkelerde hiç modern sanatlar müzesi gezmedik ve bunun müthiş büyük bir yanlış olduğunu geçtiğimiz yaz Letisya sanat tarihi çalışırken fark ettim. Mimarlık fakültesinden mezun, sanatla bu kadar ilgili ve felsefe tezi yazmış benim gibi bir müptelanın İstanbul haricinde hiçbir modern sanatlar müzesine gitmemiş olması kabul edilebilir bir durum değil. O müzeye gidilecek. Goo da bu durumu kabullenmiş gözüküyor ve önümüze düşüyor.

Goo... Nereye gidiyorsun canım?

Şaşkın mıdır nedir? Her gün tünelden geçip gittiğimiz yola sokmuyor da arka sokaktan bir yerlerden götürmeye çalışıyor. Ama işin tuhafı orada yol yok. Sağa gitsek yine tünele çıkacağız. Eee??

Duvarda bir tabela görüyorum. Yaklaşıyorum. Modern Sanatlar Müzesini yukarı doğru bir okla gösteriyor. Yani merdivenlerden çık diyor. Bizim Goo ne bilsin? O bana anlatamıyor, ben onu anlayamıyorum; ama sonunda keşfediyoruz yolu. Ve kendimizi bir kış rüyasının içinde buluyoruz.






Bu parkın içinden geçerken beni saran o bembeyaz kış rüyası için yönetmene teşekkür ediyorum. Tabi tüm kaldırım, basamak ve patikalara tuz dökmüş olan Salzburg belediyesine de. Birkaç yıl evvel gittiğimiz bisiklet turunda içinden geçtiğimiz meyve bahçelerinde önümüze kadar sarkan armut dallarından -sırayı bozmamak için- bir tanecik bile koparamadığım gibi, şimdi de karlara dokunamıyorum. Kıyamıyorum. İnsan izi olmasın diye. Doğa o kadar mükemmel ki, onu sadece insan kendi küstah elleriyle mahvediyor. Ve ben bir kar manzarasını dahi bozmak istemiyorum. Benden sonra oradan geçecek insan da o görüntüden benim kadar keyif alsın diye. Bütün bunları düşünüp kendimle hesaplaşırken müzeye varıyoruz. Gayet çirkin bir sabun kalıbını tepeye oturtmuşlar maalesef. İşin o tarafına çok bakmadan, doğru seyir terasına koşuyorum. Aman Tanrım!


 
 
Bunlar Salzburg'u Unesco Dünya Mirasına dahil etmeye herhalde karlı bir günde karar verdiler diyorum. Seyrine doyamadan müzeyi gezmek üzere içeri giriyoruz. Üç katlı müzeyi enine boyuna geziyoruz. Ve çok takdir ediyoruz. Müzenin bir katını "Salzburg'un Geleceği" temasına ayırmış olduklarını görüyoruz. Uluslararası platformda yapılan çalışmalar çok etkileyici. Filmler, mimari projeler, maketler... Burasıyla birlikte Salzburg'un gelmişini geçmişini hatmetmiş bulunuyoruz. E hadi acıktık, manzara da nefis, oturalım müzenin restoranında bir şeyler yiyelim diyoruz. Akşam da yemek uçakta ya, bari öğlen güzel olsun hesabı. Bir tane de "business menü" diye bir şey var. Çorba ve bir ana yemek. Aynısından iki tane istemek kitabımızda yazmaz. Ama pek çeşit de yok. Şinitzel diyor menüde. Geçen akşam şinitzel yiyenlere verip veriştirmişiz, şimdi yiğitliğe bok sürdürür müyüz? Sürdürmeyiz.  Cordon bleu olsun bari diyoruz. Ama biz hepsini paylaşacağız diye de not düşüyoruz. Vallahi hepsi birbirinden leziz. Hele o çorba! Balkabağı çorbası deyip geçme. Tereyağlı filan. Helal ediyoruz ve paltolarımızı alıp çıkışa meylediyoruz. Asansör var diyor çıkıştaki mösyö. Ne asansörü? Aşağıya diyor, şehre. Adamlar dağı delip aşağıya asansör yapmışlar. İyi ki Goo bunu bilmiyordu da sabah bizi o parkın içinden götürdü. Biniyoruz asansöre. Pırt! Şehirdeyiz. Vay anasına. Hokus pokus gibi bir şey bu. Veeee... saat iki.
 
Bizim 10 numaralı otobüs beşte kalkacak. Üç saat var, ama daha eve geri dönüp valizleri filan alacağız. Olsun üç saat üç saattir. Ufak bir hesap ile nereden baksan bir buçuk iki saati daha değerlendirebiliriz. Zamanı öldürme düşüncesini sabah karların altına saklamıştık. Gözüm karşıki tepede. Öteki blogtan okumuştum bir ara. Salzburg'da üç tane tepe varmış. Şehri üç ayrı tepeden görmek lazımmış. Üçüncü tepe öksüz mü kalsın yani? Deyip Kapuzin tepesine doğru tırmanıyoruz. E vallahi oraya da bayrağı dikiyoruz.
 
 
 
 
Zirve'de bırakmak diye buna derler. Seyahatin son saatleri bundan daha güzel olamazdı. Teşekkür ediyorum Salzburg. Beni hayal kırıklığına uğratmadığın için. Yine hatırlanacak bir yolculuktu. Not etmek üzere hatırlayamadığım, hatırlayıp da "boşver, bunu yazma" dediğim, yazıp da sildiğim, hatırlamak bile istemediğim anlar da oldu. Günün sonunda Fontana di Trevi'ye para atanlar gibi ben de Salzburg'a bir öpücük atıyorum ve günlük yaşantıma geri dönüyorum. Montano'yu bilahare anlatırım ;)


 

6 Aralık 2017 Çarşamba

Bugün ne var sırada?


Günaydın Sara... Uyan Sara... Kalk Sara... Hadi Sara... ama çok uzattın...

Ya dün ne kadar yoruldum sen farkında mısın? Dünyayı yürüdük... ama daha gezecek çok şey var... iç-konuşmalarından sonra -çok şükür- yataktan ayrılmayı başarıyorum. O muşmulalık hallerimi üzerimden atma çabalarım bir süre devam ediyor. Mutfak tezgâhının üzerinde kahvaltı için almış olduğumuz poşeti görüyorum. Kahvaltı hazırlığına girişiyorum. Dışarıdaki havayı merak ediyorum, ama pencereler yüksekte kaldığı için hemen göremiyorum. Kahvaltıya oturmadan önce, camın önündeki sete dizlerimi koyup dışarı bakıyorum. Dışarı bakmanın bu kadar zor olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ev güzel bir çatı katı aslında, ama camdan bakmak çok zor: kendi evimin camlarının böyle olmasını istemezdim doğrusu diyorum. Dışarıda çirkin bir kış havası... Unutmamak için katlanır şemsiyeyi sırt çantama atıyorum. Bir yandan da "bugün ne yapacağız ki" diye soruyorum. Şu gelmeden önce print ettiğim blog yazısını tekrar gözden geçirmek üzere çıkarıyorum. Kahvaltı sofrasında incelemeye başlıyorum. Gezip gördüklerimizin yanlarına √ atıyorum. Şehri üç bölümde gezmek gerek dediği yeri kontrol ediyorum ve üçüncü bölümün kale olduğunu okuyarak hatırlıyorum.

Okey... Bugün kale gezilecek! Ama hava nane... İyi giyin, tepeye çıkacağız diyorum. Saate bakıyorum: Sekiz buçuk. Süper! Kalenin açılış saati dokuz buçuk ama olsun, fünikülere filan bineceğiz ya, indiğimiz yerde fotoğraf motoğraf çekeriz diye iyidir diyorum.
...
Salzburg'un yolları taştan... yürü babam yürü... fünikülerin yerini bilmediğim için Goo sağolsun önden gidiyor, biz de arkasından. A aaa... Bu meydana hiç gelmemişiz, hayret! O ne be? Dur yaa... Yakından bi bakalım!!!


Bu nedir Allahaşkına??? Neyse ne! Birileri eğlenmiş anlaşılan. Deyip fünikülere doğru yürüyoruz. Daha epey zaman var kalenin açılmasına, ama benim aklım yukarıda. Çıkalım bir an önce diyorum. Oyalanırken androjen tarzlı bir kadın füniküleri aradığımızı sanıyor, bize yol gösteriyor. Teşekkür ediyoruz ama o taraftan henüz gitmiyoruz. Sağ köşede demir parmaklıklı bir kapı görüyoruz. Merakımızı çekiyor. Giriyoruz. Suyla dönen bir değirmen. Biraz değirmene bakıyoruz. Bir iki fotoğraf... derken bir demir kapı daha... Yine giriyoruz. Başka bir dünyaya geliyoruz: Öte dünya! Burası eski bir mezarlık. Ama ne mezarlık! Tarihine bakıyorum: 1627. İnanılmaz. Nasıl bakımlı! Neredeyse 400 yıldır birileri gözü gibi bakıyor bu mezarlığa. Yazık ki kışın sadece siklamen çiçekleri var. Yine de son derece yeşil. Mezarlar mermer bloklar şeklinde değil, sadece etrafı mermer bir çizgi ile çevrili; içindeki toprak ise tümsekler halinde, üzerleri tamamen yeşillik ve çiçekler... Ara ara ağaçlar da var... Ağacın altında yatanlar ne şanslı diyorum kendime. Sonra da neden böyle dedim şimdi diye düşünüyorum. Pirinç plakalardaki isimleri okuyorum. Tanıdık arıyorum. Bulamıyorum. Neredeyse her mezara yapılmış olan mermer suluklara bakıyorum. Kimi kalp şeklinde. Kuşlar için herhalde, ne güzel diyorum. Ve onları ebedî istirahatgâhlarında bırakıp kaleye çıkıyoruz. Sonradan öğreniyorum: Meğer Mozart'ın ablası orada yatıyormuş ve Sound of Music filminde Von Trapp ailesi Nazilerden kaçarken bu mezarlıkta saklanmış.

Kale fena değil, ama beni esas ilgilendiren Salzburg'un yukarıdan görüntüsü. Hayal kırıklığına uğruyorum. Zaten hava yağışlı, görüntü de matah olmayınca öylesine geziyorum. Bir yandan da söyleniyorum: Bir yerde yanlış mı yapıyoruz? Bu şehir Unesco dünya mirası listesinde değil miydi? Neden bu kadar vasat gözüküyor gözüme? Evet, çok güzel şeyler gördüm, gördüklerimden dolayı çok mutluyum, ama sanki bir şeyler eksik diye geçiriyorum içimden.


 

İki saat kadar vakit geçirdikten sonra fünikülerle aşağıya geri dönüyoruz. Ne yiyoruz, ne içiyoruz hiç hatırlamıyorum, ama aklıma yeni bir şey geliyor. Şu benim sayfanın kenarına İstanbul'da küçük bir not yazmıştım. Eski bir kütüphane. Neredeydi o deyip sırtımdan hiç ayırmadığım çantamdan çıkarıyorum kağıtları, adını bulup Goo'ya soruyorum, yürüyerek 25 dakika diyor. Gider miyiz? Gideriz! Neyse ki yağmur yağmıyor. Biraz şehrin dışına çıkar gibi yapıp doğa parkurunda yürüyerek ilerliyoruz.


 



Hedefimiz Schloss Leopoldskron Hoteli... Bu kütüphane bir otelin içinde olduğuna göre inşallah izin verirler gezmemize diyorum. Yürüdüğümüz yerler çok güzel. Huzur dolu. Sakin. Tam ihtiyacımız olan şey. Yaklaştığımızda otelin aslında Sound of Music filminin çekildiği göl kenarındaki yapı olduğunu fark ediyorum. Demek biz buralara turla geldik. Heh! Bahçe kapısından girip ana binanın yanındaki iki katlı alçak yapıda resepsiyonu buluyoruz ve bankodaki görevli kıza soruyoruz: Biz ana binadaki kütüphaneyi görmeye gelmiştik ama, ne taraftan girebiliriz acaba? Kütüphane otel müşterilerine açıktır, dışarıdan ziyaretçi almıyoruz diyor. Biz şok! Nasıl yani? Biz çok uzaktan geldik, gözünü seveyim, yapma bunu bize. Yok diyor, maalesef! Yahu bi bilet filan yok mu alalım. Parası neyse vereceğiz. Yok diyor, bilet de yok. Ama otel müşterisi girebiliyor! Evet, girebiliyor. Bilet parası = bir oda parası yani, öyle mi? Öyle diyor. Yuh anasını satayım, amma da kütüphaneymiş. Giremiyoruz! Eve dönünce neyi kaçırdığımıza Goo ile birlikte tekrar bakıyoruz. Bir kez daha üzülüyoruz.

Gölün etrafında gezelim bari diyoruz. Uzaktan gördüğümüz göle yaklaşıyoruz. Önce otelden görünen manzaraya bakıyoruz. Büyüleniyoruz!




Etkilenmemek elde değil. Çeksen bin tane fotoğraf çekersin. Dur bir de şöyle çekeyim, bir tane de panoramik olsun, yahu bi tane de selfie yapalım filan derken çekiyoruz epeyce, saymadım ama... Daha gölün etrafında dolaşmaya başlamadan hem de! Hadi yürü... Deyip büyülenmiş bakışlarla yürüyoruz o güzelliklerin arasında. Bizim gibi yürüyenler var. Yaşlılar, bebeğini gezdirenler, köpeğini gezdirenler, bankta oturup manzara seyredenler, balık tutanlar...Orada da yaşıyorlar. Hayat her yerde sürüp gidiyor. Kimileri öyle, kimileri böyle!

Biraz ileride karşı kıyı yakınlaşıyor. Biz de durmuş oraya bakıyoruz. Karşıdan bebek arabasıyla bir kadın geliyor. Yanımızda duruyor; karşıyı gösterip "biivaa, biivaa" diyor. Birbirimize bakıyoruz, anlamıyoruz. Bir kez daha tekrar ediyor, yine anlamıyoruz. İngilizce de biivaa denir diyor. Goo'ya soralım bari, yoksa kadın gitmeyecek diyoruz. İngilizcesini yazmaya çalışıyoruz, çok şükür çıkıyor: Kunduz. Meğer neymiş? Karşı kıyıda bir ağaç devrilmiş, çünkü onu kunduzlar kemirmiş. Anlayana kadar ömrümüzden ömür gidiyor. Henüz devrilmemiş ama oldukça kemirilmiş başka bir tane gösterince kavrıyoruz meseleyi.




Şu karşılaşmalar seyahatin tadı tuzu. Öyle anlar ki hiçbirini unutmak istemiyorum. Beni ben yapıyor, bana ruh katıyor, insan denen varlık hakkında daha fazla düşünmemi sağlıyor. Bebeğini bir kenarda bırakıp, bize karşı kıyıda kunduzların yaşadığını anlatmak için tüm benliğiyle çabalayan bu insanın ve bu karşılaşmanın bir anlamı olmalı. Atıyorum hatıra kumbarasına, yoluma devam ediyorum.

Günün sonunda eksiklikler ve fazlalıklarla dönüyoruz şehre. Sıcak bir yemek yiyoruz yorgun-argın. Sırtım ağrıyor. Ve yağmur yağıyor. Karnım doyarken pencereden gözüken yüncü dükkânına takılıyor gözüm. Benim mekânım! Bir yüncü dükkânımın olmasını çok isterdim dememle açılan konu bizi epey oyalıyor. Montano bekleyedursun!

 



5 Aralık 2017 Salı

Daha gün bitmedi...



Gün uzun. Hem de öyle uzun ki neler yaptığımızı hatırlamakta zorlanıyorum. Önce yemek mi yemiştik, yoksa ikinci Mozart müzesini mi gezmiştik ikileminden sonra sıralamanın çok da önemli olmadığına karar verip yazmaya devam ediyorum. Bu defa yanı başımdaki hoparlörden Leopold Mozart'ın yedinci senfonisi duyuluyor... Yazarken "duyuluyor" kelimesini seçtim ama bir an sonra yanlış seçtiğimi düşünüyorum. "Duymuyorsun, basbayağı dinliyorsun" diyorum kendime. Çünkü daha önce hiç duymamış olduğum bu parçayı yeni edindiğim bilinçle dinliyorum. Baba Mozart Leopold'un iyi bir keman virtüözü olduğunu bilerek dinliyorum. Elbette kendi seslendirmiyor, ama olsun, hayal ediyorum işte...
...
Bu defa binanın üzerinde Mozart Wohnhaus yazıyor. "Wohnhaus ne demek ki" diyorum ve o günden beridir ilk defa anlamına bakmayı akıl ediyorum. Goo parmaklarımın altında... Pat! Cevap veriyor. Öğreniyorum: İkâmetgah demekmiş. Evi yani... Amaaannn bu muymuş deyip geçiyorum.
...
Yine merdivenler...



Tek kat çıkıyoruz aslında. Bir sahanlıkla kırılıyor merdiven. Merdivenin tepesinde kapalı bir kapı. Sarıyor yine beni bir heyecan! Hani biz olsak evin kapısına gelince anahtarları cebimizden çıkarıp evimizin kapısını açarız ya... Gözümün önünde bir deste anahtar ile Leopold canlanıyor. Uzun ve pas renkli anahtar destesi Leopold'un elinde duran büyükçe bir halkadan sarkıyor ... Yahu neler düşünüyorsun sen öyle diyorum kendime. Elbet kapıyı açacak birileri vardır içeride diyorum ve kapının üzerindeki yazıyı okuyorum: "Please open the door." Kolu çevirip açıyorum...

Büyükçe bir salona giriyorum. Önce mekân algımı bir düzene sokmam gerekiyor. Tavanlara bakıyorum, uzaktaki eşyalara bakıyorum. Kaç pencere var, içeride ne gibi şeyler sergileniyor, kaç ziyaretçi var, görevli nerede gibi odaklanmalardan sonra bir şimşek çakıyor! Anaaa... Yoksa burada da mı fotoğraf çekmek yasak? Görevliyi görünce aklıma geliyor herhalde... Canım sıkılıyor. O andan itibaren müzeyi bir türlü istediğim gibi gezemiyorum. Daha doğrusu geziyorum gezmesine ama içimde beni kemiren bir kurt. Sormuyorum da fotoğraf çekiliyor mu diye. Ya yok derse! En çekmek istediğim şeyden de mahrum olacağım sorarsam. Ben, içimdeki kurt ve elimdeki audio-rehber bir saat kadar evi geziyoruz.

Duvardaki 1 numaradan başlıyorum dinlemeye. Salon Mozart ailesinin misafir ağırladığı büyük salon. Davetlerin ve küçük konserlerin verildiği salon... İrili ufaklı bir sürü enstrüman sergileniyor burada. Audio-rehberden tek tek dinliyorum. Klavisen hangisi, çimbalo hangisi, sesleri nasıl çıkıyor, bunları öğreniyorum. Bu arada görevli göz hapsinde... o beni, ben onu zaptediyoruz. Belki de bana öyle geliyor. Bir kez kurtlandım ya! Bu salonun fotoğrafını çekemeyeceğim için üzülüyorum. Çünkü eve dönünce klavisen hangisiydi, çimbalo hangisi unutacağım, biliyorum. O sızıyla ikinci salona geçiyorum. Kendime uygun bir açı bulmaya çalışıyorum. Sözde oradan çekeyim bari diyorum. Bu defa ziyaretçiler bana bakıyor gibi geliyor. Pişkinlik yapamıyorum, vazgeçiyorum.

Leopold'a adanmış bir odaya geliyorum. Seviniyorum. Hakediyor diyorum. Oğlu ile mektuplarını okuyorum. Dertler hiç değişmemiş onu görüyorum. Baba-oğul çekişmeleri ile bizim evin hallerini karşılaştırıyorum. Baba Mozart'ın kitaplarına bakıyorum ve yan odaya geçiyorum. Her tarafı geziyorum. Wolfgang'ın ablası, çok sevdiği eşi Costanz ve iki oğlu hakkında birçok şey okuyup dinliyorum. Ve çekeceğim tek fotoğrafı Leopold'un odasında aslında hiç de istekli olmadan ama o anarşist ruhla inadına "Al Sana" diye çekiyorum.


Bu da bitti! Eeee... Şimdi ne yapıyoruz? Bilmem! Kim bilecek? Dur bakayım! Şu Linzergasse'de az yürüyelim bakalım deyip caddeyi geziyoruz. Dükkanlara vitrinlere bakıyoruz. Aa... Bir şekerci! Lisa spaghetti şeker istemişti, girip onu alıyorum. Arada kadının ikram ettiği şekerlerden bir kaç tane yiyorum. Yanında bir paket de kalpli şeker seçiyorum... Biraz da Salzach nehri kenarında dolanıyoruz. Aklımıza rehber Ana'nın tavsiyesi geliyor: Sıcak şarap...

Eski şehir tarafındaki tezgahlardan birine doğru yürüyoruz. E yürüyoruz tabi, çünkü artık kestirmeleri bile öğrenmiş durumdayım. Cadde kilometre boyunca kesintisiz ilerliyor, binaların altından küçük geçitler geçiyor. O geçitlerden pıtır pıtır ilerleyip Cafe Tomaselli'nin karşısındaki sıcak şarap tezgahını buluyoruz. Şarapları alıyoruz. Açık havada ayakta içilen masalarda yer arıyoruz, yer yok. Masalar kalabalık, saat keyif saati, hava karanlık, ışıklar ışıl ışıl... Bir masanın yanında biri kadın, diğeri erkek elleri ceplerinde öylece duruyorlar ve arada bir şaraplarını yudumluyorlar. Müsade isteyip yanaşıyoruz. Öyle de durulmaz ki! Hafif göz teması, bir iki ufak soru derken sohbet başlıyor. 15-20 dakika kadar hayatlarına renk oluyoruz. Yani ben öyle hissediyorum. Her yıl bu zamanda Viyana yakınlarından Salzburg'a gelip birkaç gün kaldıklarını ve bu tezgahtan mutlaka sıcak şarap içtiklerini öğrenince gelecek Noel için aynı masada sözleşiyoruz ve onlardan ayrılıp yemeğe gidiyoruz.

Yemekler bu defa nefis. Knödel yiyeceğim diye kafaya koymuşum... Önceki akşam o mikrop garson ağır olurmuş diye yedirtmedi bana, ölüyordum zencefilden!

Aaa unutuyordum... Gündüz, Triangel'den rezervasyon yapmak istiyoruz, ama önümüzdeki günler için rezervasyon veremiyorlarmış, doluymuş. Amaan boşver daha güzelini buluruz deyip süper bir yer buluyoruz. Bir tabak knödel üçlemesi ile bir tabak geyik yahnisini bölüşüyoruz. Biz lezzetten lezzete uçuşlar yaşarken iki masa ötedeki dört kişilik Türk ailenin her birinin önüne fotokopi makinesinden çıkmış birer şinitzel geldiğini görüyoruz, üzülüyoruz. Yenecek onca güzel şey varken... Düşünceler yine kafamın içinde koşuşturmaya başlıyorlar. İtişip kakışıyorlar. Bunlar muhtemelen dün akşam da aynı şeyi yemişlerdir diyorum. Ketçap mayonez istiyorlar. Kanım çekiliyor. Siz niye evden kalkıp buraya geldiniz de yer kaplıyorsunuz ki diye şiddetle sorasım var. Tutuyorum kendimi. Çok mu aşağılıyorum acaba diye de bir yandan kendimi sorguluyorum. Türklerle aramızdaki masada oturan İtalyana çikolatalı sufleye benzer bol kremalı bir tatlı geliyor. Offf! Diyoruz ama yemiyoruz.

Eve dönerken aklımda Montano Hastalığı... Bitmez bu kitap pazara kadar diyorum. Saat erken ama ben mide hal yok. Yine de 30 sayfa okuyorum ve sızıyorum...

Neşeli günler başlıyor...


07:45            (   a   l   a   r   m         ç   a   l   ı   y   o   r   )


Aman Tanrım! Dün akşam ki zencefil vurgunundan sonra hâlâ hayattayım...


Gözümü açtığımda zihnimde beliren ilk düşünce bu oluyor. Şükürler olsun, ucuz kurtardım! E güzel :) o zaman "yaşamaya devam" deyip hazırlıklara geçiyoruz. Tabi dün Mozart'ın heyecanıyla not etmeyi unutmuşum. Neşeli Günler yani Sound of Music turuna yer ayırtmıştık. Bizim eve bıraktıkları haritanın kenarında Panorama Tour'un düzenlediği turun ilanı varmış. Meğer turunu bile yapmışlar yahu! Görünce epey heyecanlanmıştık. Bak arayalım soralım filan derken, bir de baktık yazılmışız.. Kahvaltıyı bir önceki gün Spar'dan aldıklarımızla evde hallediyoruz ve sekiz buçukta vınn... Nehrin öbür tarafında yani yeni şehirde bulunan Mirabelplatz'dan kalkacak otobüs demişlerdi. Bi gidiyoruz ki, turun başlamasına 25 dakika olmasına rağmen koca otobüs fulllll!!! Amma meraklısı varmış Sound of Music filminin! Her milletten insan var otobüste. Üstelik hepsi üçer beşer kez falan izlemiş. Bi karacahil biz :P




Aman, iyi ki filmi izleyip gitmişiz...

Neyse uzatmayalım, ben böyle bir tur görmedim! Yaklaşık dört buçuk saat sürüyor. Her dakikasına helal olsun. Aslen Portekizli olan rehberimiz Ana'dan, turu dizayn edenlere, otobüste gösterdikleri videolara kadar inanılmaz... Ana öyle muhteşem ki tüm replikleri ezbere biliyor ve değme tiyatroculara taş çıkartıyor. Neler neler anlatıyor. Ne kadarı orada çekildi, ne kadarı Hollywood setlerinde filme alındı, Julie Andrews çekimler süresince nerede konakladı, bazı sahneler kaç kez ve nasıl çekildi gibi gibi gibi...

Buraya bir kaç örnek koymak istiyorum. Şöyle ki: Önce filmden bir pasaj, sonra da tam o noktada benim çektiğim bir ya da birkaç fotoğraf.


 
 
 


Bu sahne gerçekten Leopoldskron gölünde -nisan ayında- tam beş kez çekilmiş. Çekimi zor bir sahne olmuş. Sonunda tüm çekimlerden azar azar parçalarla montaj yapılarak tamamlanmak zorunda kalınmış.







 
Bu sahnenin ise bir kısmı Mirabel Sarayı'nın bahçesinde çekilmiş. Tabi ki filmin çekildiği mevsimde doğa daha canlı ve tüm bahçe film ekibine ait, yani fotoğraflardaki görüntü kirliliği ya da yavanlık filmde yok. Tam tersine, çıtır çıtır bir film.Ne yapalım, bu defalık idare ediyoruz, sineye çekiyoruz.
 
 

 
Turun iki-iki buçuk saati geçtiğinde "yahu görülecek ne kaldı ki geriye" diyorum. Öyle dolu dolu gezdik ki! Ama kalmış işte. Otobüs bizi alıyor, taaa Mondsee'ye kadar götürüyor. Biz de uyanığız ya, diyoruz ki aramızda: tur bitti aslında, bunlar biraz da civarı, tepeleri gezdiriyorlar otobüsle diyoruz. Halbuki öyle değil tabi. Meğer filmde evlendikleri kilise Mondsee'deymiş. Şehirdeki çan kulesi gözüken kilise çekimler için karanlık ve sıkışık gelmiş, burası daha aydınlık, ferahmış. Doğru vallahi! Görünce hak verdim.
 
Rehber biraz da espri katıyor anlattıklarına. Hikaye şöyle: Mondsee kilisesinin rahibine soruyorlar nikah kıyma sahnesinde rol alır mı diye. O da kabul ediyor. Ve nikahı kıyıyor. Bizim rehber de bu durumda bize soruyor: Bu durumda Julie Andrews ile Cristopher Plummer Tanrı huzurunda gerçekten evlenmiş olmuyorlar mı?
 
Daha bir sürü sahne ve o mekanlarda çekilmiş fotoğraf var, ama hepsini tek tek eşleştirmeye ne zaman ne de sabır var.
 
Tur bittiğinde bu turu almakla muhteşem bir iş yapmış olmanın hazzı da bize katılıyor ve mutlu mesut yeni şehri geziyoruz. Yeni şehir dediysek öyle plazalar filan yok, ama eski şehirden bile daha güzel. Nitekim Mozart ailesi de vakt-î zamanında bizim gibi şehrin yeni bölgesinin daha cazip olduğunu düşünmüş ve 25 yıl o tek yatak odalı küçük evde yaşadıktan sonra artık Linzergasse'deki geniş ve ferah eve geçmişler.
 
Oranın da tapusu bizde olduğuna göre, elbette orası da gezilecek. Fakat birader, yorulduk, acıktık. Bir nefes alalım, azıcık dinlenelim diye köşedeki cafeye giriyoruz. Tek isteğim güzel bir çorba, goulash çorba... Nasıl güzel geldi o çorba: ilaç, ilaç! Camın önünde büyük bir sepet içinde duran Atatürk çiçekleri dikkatimi çekiyor. Ben bunlardan da öreyim, çok güzeller diyorum ve tabi düşünüyorum: Bu bitkiye niye Atatürk çiçeği demişler ki? Çiçek desen çiçek değil, Noel bitkisinin Atatürk'le ne alakası var? Aklıma Kasımpatları geliyor, ama onlar hep 10 Kasım'ı çağrıştırdığı için hüzün veriyor. Belki de Atatürk bu bitkiyi çok severdi, eğer öyleyse sevmekte çok haklı, ben de seviyorum, gerçekten çok güzeller diyorum. Sepet içindeki bitkilere bir de camın dışından bakıyorum ve Mozart ile ikinci randevumuza doğru yola koyuluyoruz...

4 Aralık 2017 Pazartesi

Mozart ile uyanmak...

Günaydın...

Bu sabah, güne uyandığımda niyetimde Mozart'ı yazmak var. Lisa'yı okula göndermek üzere kahvaltı hazırlarken bir yandan da Mozart'ı düşünüyorum. Yazarken ne dinlesem diye soruyorum kendime. Sabah sabah opera kaldıramayacağım kesin. Aklıma çocuk Mozart'ın küçücük parmaklarının değdiği klavsen geliyor. Tamam. Güzel bir sonat bulalım o zaman diyorum.
...
Goo... Günaydın Goo... Seninle karşılıklı nescafe içmek ne güzel! Bana güzel bir sonat bulsana n'olur :)
...
Karşıma ilk çıkan sonatı dinlemeye başlıyorum: 331 no.lu piyano sonatı...


Nerede kalmıştık?

Uçakta program yapacağım demiştim :) Demiştim ama... Yapmadım. Aklım bir yandan Montano Hastalığı'nda. Yeni okumaya başlayacağım. Merak ediyorum. Ben en iyisi kitap okuyayım deyip çıkarıyorum kitabı ve uçuş boyunca okuyorum. Salzburg'a indiğimizde 40-45 sayfa kadar okumuş olduğumu görüyorum. Başta yaptığım hesaba göre kitabı pazar günkü toplantıya yetiştirmem için her gün 50 sayfa okumalıyım. O zaman akşama tamamlayacağım gerisini diyorum. Ve Salzburg'a ayak basıyorum.
...
Saat sabah 8 küsur. Önce 72 saatlik Salzburgcard alıyoruz. Her yerde geçerli. Otobüs, füniküler, müze... Her yerde! Ve 10 numaralı otobüse biniyoruz. Kart montumun sağ cebinde... Gururla taşıyorum. Sanırsın cebimdeki Salzburg'un tapusu! Vallahi öyle. Keyfim yerinde. Eve gidip valizleri bırakacağız. Elimde kapının şifresi var. Ama erken gideceğiz. Olsun, buluruz elbet bırakacak bir yer deyip varıyoruz eve. Şansa ev hazır olduğu için valizleri eve bırakıyoruz, ama şifre saat 15'ten sonra aktif olacak. Yani o saatten önce bir daha içeri giremeyiz. Girmek isteyen kim?!
...
Uçakta plan yapmadığım için nereden başlayacağımızı bilmiyorum. Evde birinci parkuru okumaya başlıyorum. Biraz okuyunca şehrin üç bölümde gezilmesi gerektiğine ve ilk olarak eski şehirden başlayacağımıza karar veriyorum. Peki önce bir kahve filan içsek? Hem biraz daha okusak, program yapsak?
Eski şehrin merkezine doğru yürüyüp en beğendiğimiz yerde oturuyoruz. Sonradan öğreniyoruz tarihin bir parçasının içine girdiğimizi... Café Tomaselli Mozart ailesinin sık sık gittiği bir mekân! En çok da gazetelerin ahşap tutacaklarla asılı olduğu askıyı inceliyorum. Üst kattaki mutfaktan gelen tereyağlı kokular bana Lisa'yı düşündürüyor. Avuçlarımı açıp biraz o kokudan toplasam, ona götürsem diye düşünüyorum. Bir fincan melange azıcık içimi yumuşatıyor. Hadi biraz da pisboğazlık derken bir tabak apfelstrudel'i paylaşıyoruz. Ve Mozart'ın doğduğu eve doğru yürümeye başlıyoruz. Google maps bizi Getreidegasse 9 numaraya doğru götürüyor. İşte orası...




Muhteşem! Mozart'ın doğduğu evin önündeyim. Yukarılara bakıyorum... İnceliyorum... İçeri girmek istiyorum. Gişeyi arıyorum. Salzburgcardlarımızı veriyoruz. Gişedeki kadın tapunun bizde olduğunu onaylar gibi geri veriyor kartları ve akıllı telefonlarımızdan müze aplikasyonuna nasıl bağlanacağımızı anlatıyor. Doğduğu daire aslında üçüncü kattaymış filan falan. Daha yukarılara çıkmadan heyecanlıyım. Baksana yaa... Mozart'ın tek tek bastığı basamaklar bunlar... Belki annesinin elini tutuyordu, belki babasının... belki kucakta çıktı defalarca... ya da bir defasında takılıp düşmüştü... belki birkaç kez basamaklara oturmuştu... ne bileyim, bu hayallerle bir kaç fotoğraf çekiyorum daha yukarı bile çıkmadan.




Basamakların heyecanını atlattıktan sonra eve giriyorum. Görevli beni uyarıyor. İçeride fotoğraf çekmek yasak! Neee??? Delirmiş bunlar diye çığlıklar yükseliyor içimden. Söylene söylene ilk adımları atmaya başladığımda -içimden yükselen çığlıkları duymuş olacak ki- görevli kulağıma doğru eğiliyor ve şöyle diyor: Kural bu! Söylemek zorundayım, ama sen çaktırmadan bir iki tane çek. Öteki görevliler benden daha sıkı, çekerken onlara gözükme diyor. Ben buluyorum bu insanları, biliyorum. Park yeri bulmanın imkansız gibi gözüktüğü her yerde şıp diye park yeri bulduğum gibi :) Şımarıklık yapmadan bir -tek- tane çekiyorum: O da dünyaya geldiği odada.




Kayıtlara göre Mozart 27 Ocak 1756'da saat 20.00'de bu odada dünyaya gelmiş. Anladığım kadarıyla babası müthiş bir adam. Leopold... Ne güzel bir isim. Mozart'ın yeteneğini ortaya çıkaran kişidir babası. Annesi Anna Maria bu odada yedi çocuk dünyaya getirdi. Sadece iki tanesi bir yaşını aşabildi: Ablası Maria Anna ve Wolfgang Amadeus. Ablası babasından piyano dersleri alırken Wolfgang'ın ilgisini farkeden Leopold, Wolfgang ile de piyano çalışmaya başladı. Wolfgang 5 yaşına geldiğinde hem piyano hem keman çalıyordu. Vitrinde duran keman onun ilk kemanı. Odada yine bir piyano sonatı çalıyor: KV 488. Ben de evde yazarken onu dinlemeye başlıyorum. Mutlu bir çocuk olsa gerek diye düşünüyorum. Odada Mozart'ın saçından bir tutam görüyorum. Biraz tuhaf oluyorum. Öteki odalarda annesinden, babasından ve ablasından kalma pek çok hatıra... Ablasının adının annesinin adı ile benzerliğini yeni farkediyorum. Geri dönüp inceliyorum, görevliye soruyorum. Doğru diyor. Biri Anna Maria, diğeri Maria Anna :) ne komik! Görevli de gülüyor. İsim konusunda pek yaratıcı değillermiş diyor. Ve ben -şimdi- bu detayları hatırlayabildiğim için seviniyorum.
Her şeyi yazmak istiyorum ama ne mümkün. Saatler sürer. Müzenin aplikasyonunu telefonumdan silmeye kıyamıyorum. Eve gelince tekrar tekrar okuyorum. Buraya da koymak istiyorum. Beceremiyorum.
Gerisini de yazmak istiyorum ama dedim ya saatler sürer. Öğlen Noel tezgahlarındaki satıcılardan bir şeyler atıştırıyoruz ve eski şehrin sokaklarında dolaşıp duruyoruz. Her detay bizim için önemli. Duruyoruz, bakıyoruz, konuşuyoruz, inceliyoruz... Ve devam ediyoruz. Tabi ki çok yoruluyoruz. Velhasıl akşamı zor ediyoruz. Listeye bakıp restoran seçiyoruz: Triangel'da karar kılıyoruz. Goo bizi götürüyor. Götürüyor da götürmesine... Triangel kapalı! Tüh! Birkaç dükkan ötede yine güzel bir yer buluyoruz ve giriyoruz.
Garsonun tavsiyesiyle sipariş veriyoruz. Yanında bira... Yemekler geliyor. Benim tabak eh! Ama yiyorum. Etten ve üzerindeki garnitürden yiyorum, pek bir keyif almıyorum. Yanında tel şehriye gibi rendelenmiş bir şeyler var. Bir çatal da bunun tadına bakayım diyorum ve çatalı ağzıma atıyorum............................... o beyaz şey aşağı inmemeli demem an sürüyor ama çok geç! birazı genzime kaçıyor gerisini tükürmeyi başarıyorum.......... ve ölüyorum! nefes alamıyorum......... öksürüyorum....... bu ne diyorum.... sanki ne olduğunu bilsem kurtulacağım............ Istanbul'daki evime dönebilecek miyim diye sorular sorarken biraz soluk alır gibiyim..... öksürüyorum..... herkes bana bakıyor.... garson dahil.... zencefil biraz yakar ama bütün mikropları temizler diyor....... inanamıyorum! Bir bardak su bile vermiyor, en çok ona takılıyorum. Zaten beğenmediğim yemeğim piç oluyor.
Ve gün bitiyor...
Okunması gereken 50 sayfa da...


2 Aralık 2017 Cumartesi

Salzburg'a doğru...

Tamam...
Yeniden başlıyorum.
Hem de en başından...

Geçen mayıs Didemlerle Salzkammergut göller bölgesinde yürüyüşe gittiğimiz zaman, ya Wolfgangsee'nin kenarında fotoğraf çekerken ya da Hallstad'da hayran hayran o zerafeti izlerken düşünmüştüm bunu: Buralara Noel zamanı gelmek lazım. Evet evet... Hatırlıyorum. Hallstad'a bakarken oraları karlı hayal etmiştim. Karları ısıtan ama eritmeyen o minik ışıklarla hayal etmiştim. Dur! Hallstad'ın fotoğraflarını da bir hatırlayayım...




Fotograflar: Haziran '16 Sara Handeli Navaro

Düşündükçe o günlerden çok şeyler geliyor aklıma, ama belki başka zaman not ederim onları. Kafam zaten karışık, daha da karıştırmadan toparlasam daha iyi olacak sanki. Her ne kadar durup dururken karşıma çıkan yan yollara sapmaya bayılsam da!

Eeee...

İşte! Buralara Noel zamanı gelmek lazım demiştim ya... Lisa'nın yüzme kampı olunca, haydi dedim -tam zamanı- Salzburg'a gidiyoruz. Bileti aldık, kalacak yeri ayarladık. Şimdi program yapmak lazım. Araştırmaya başlayayım en iyisi...

En sevdiğim arkadaşım Google...

Salzburg'la ilgili sitelere girip çıkıyorum. Karşıma hep Mozart çıkıyor. Ne güzel! Mozart Salzburg'da doğmuş. Doğduğu evi gezeceğim, öyle mi? Ne heyecan verici... Babama bir kez daha teşekkür ediyorum içimden. 12-13 yaşlarında beni okula gitmek üzere her sabah saat 6.30'da uyandırdığında mutfakta duran radyodan gelen klasik müziğin sesine babam alıştırmıştı beni. TRT3 radyosuydu benim sonraları konserlere gitmemi sağlayan, Burcu ile "Best of" kaset koleksiyonları yapıp CD biriktirmemize öncülük, proje zamanlarında çizimlerimize eşlik eden...

İşte böylece Mozart Salzburg ile ilgili birinci maddeye oturuyor.

Başka? Benim bilgili arkadaşım Goo önüme yeni bir şeyler getiriyor. Salzburg'u gezen birisi demiş ki: The Sound of Music filmini izlemeden Salzburg'a gitmeyin... demiş! Allah Allah! Ne varmış o filmde? Hangi film ki bu? Hımm... Neşeli günler! Seyretmedim ben bunu. Hep duyarım ama seyretmedim daha önce. Peki. Goo... Bana Neşeli günler fimini Türkçe alt yazılı bulsana!


 
 
Helal sana, buldun yine...
 
Böyle başlıyor film. Bu zamana kadar izlememiş olduğuma hayret ediyorum. Nefis bir film. Ve filmde geçen mekanları Salzburg'da görmek için sabırsızlanıyorum.
 
Birkaç parkur belirliyorum, ama detayları okuma işini uçağa bırakıyorum. Elimde iki ayrı blogdan seçilmiş iki ayrı gezi parkuru ve iki sayfa dolusu restaurant ve pastane adı var. Valizde kalın kazaklar ve kalın çoraplar... Çantamda fotoğraf makinem, fotoğraf makinesi için boş bir hafıza ve dolu piller... Bir de kitap grubu için bitirmem gereken kitabım "Montano Hastalığı".
 
Sanırım yola çıkmaya hazırım...
 
 
 
 

1 Aralık 2017 Cuma

Yenilenmek...

 
 
 


Sevgili Bloğum,

Tam 6 yıl olmuş görüşmeyeli. Zaman yine bana sormadan geçip gitmiş. Neler olmuş, neler bitmiş! Hatıralar birikmiş. Ama zihin bazen onları değerli-değersiz demeden silivermiş.
...
Yok ki çaresi... Kalmadı ne doktor muayenesi, ne arka bahçesi, ne çöp tenekesi! Sanırlar bahanesi...
...
Zararın ne tarafından dönsem kâr deyip, kumbarayı çıkardım meydana. Bari yazayım-çizeyim de, belki hafızamla aramdaki savaştan ben galip çıkarım: Seneler sonra birkaç bir şey hatırlarım. Sade fotoğraflar yetmiyor. Yazılar, alınan notlar, hatırlatmalar, düşünceler de gerekli. Ben kendime yazacağım bu notları. İsteyen okusun...

Yeni yıl yaklaşırken, yeni düşünceler üşüşüyor kafama... Fikirler değil, düşünceler! Eliyorum hepsini. Elediklerimi saymıyorum. Geriye bir tane kalıyor: YENİLENMEK

Yeni yıla en çok bu yakışacak.

...ve yine düşünüyorum!

Düşünceler her yerde...

Mesela SALZBURG'da...


 
 
Düşünceler bazen minik ışıklar gibi... Yakınındayken göz alıcı, eline almak, dokunmak istiyorsun. Ama tutamıyorsun. Çünkü ışık tutulmaz, düşünce de... En parlağı bile... Bazen öyle parlak ki bayram yeri mi yangın yeri mi belli değil. Yine de unutuyorsun işte o parlak düşünceyi. Salzburg'dan yakalayabildiklerimi not ediyorum şimdi. Anların kaçtığını bile bile...
 
 
 
 
Tezgahların üzeri kalabalık, tıpkı kafamın içi gibi. Bazen saf bir beyaz. Yumuşacık, tertemiz. Bazen öyle kırmızı ki kanıyor. Seçmek istiyorsun, seçemiyorsun. Öyle çok ki... Tam birini beğeniyorsun, bir de bakıyorsun bedeli yüksek! Göze alamıyorsun. Offf, en iyisi sıcak şarap içmek! 


 



Tabelaları okuyorum ve bilmediğim Almancamla Glühwein'in sıcak şarap olduğuna neredeyse eminim. Nasıl anladığıma şaşırıyorum. Şarapla ilgili olduğunu anlamak zor değil, ama yine de şaşırıyorum. Ve şaşırmışlığımı düşünüyorum. İlk yudum nefis. Fincandan ağzıma dolan sıcacık yudum, lezzetinin izlerini geçtiği yerlere yapıştıra yapıştıra mideme doğru ilerliyor ve ardından sıcaklığı -dışarıdaki soğuğa inat- tekrar yukarıya doğru içimi ısıtarak yükseliyor. Her yudum ayrı bir keyif veriyor. Geçen birkaç kış defalarca içmek isteyip de bir türlü bulamadığım o sıcak şarabın nihayet en güzelini içtiğim için seviniyorum. Kaydedemeyeceğim iki şey var: Koku ve tat. Onları biriktirebileceğim tek kayıt ve depolama merkezi hafızam. Şimdilik şarabın kokusu da tadı da hafızamda, ama daha ne kadar orada kalır bilemiyorum.

Düşüncelerle birlikte müzik de geliyor bir-yerlerden... Aniden doluyor kulağıma, gözüme dolan ışık gibi. Tek enstrüman var, o da insan! Kent korosu toplanmış, Noel şarkıları söylüyorlar meydanın bir kenarında. Biri tezgâhta asılı çanları tutmuş sallıyor o sıra. Koroya çeşni oluyor. Çanların sesiyle birlikte sanki geyiklerin çektiği kızak gökyüzünden süzülüyor. Bu gece son. Yarın eve döneceğim. "Henüz kar yok. Sabaha kadar bekle. Sabah gökte açan güneş gibi, dallarda kar tomurcuklanacak. Ve sen sevineceksin. Valizine bu defa bulut yerine kar doldurduğunu bilmeden... "Fotoğraf hocalarımdan biri fotoğraf çekmeye gideceğim zaman çantaya birkaç bulut atmayı unutmamamı söylemişti. Meğer beyazları karıştırmışım, bulut yerine kar doldurmuşum içine... Ne sürpriz ama! Geçen yıl buralara baharda geldiğimde niyetime koymuştum: Salzburg'u karlı görmek lazım diye... Ondandır!
 



Fotoğraflar: Sara Handeli Navaro
 
 
Şimdi evdeyim.
Anlatacak çok şey var. Hepsini bir günde anlatamam. Ve zaten öyle bir yerinden başladım ki... Olmadı!
Baştan başlamalıyım.
Yeniden...
 
 
 
 
  

25 Aralık 2011 Pazar

Dünya Noel'i kutluyor...

Evet... Bugün dünyadaki pek çok ülke Noel'i kutladı. Aileler Noel yemeği için biraraya toplandılar. 24 Aralık gecesinden başlayarak Noel şarkıları söylediler. Uzaklarda bulunanlar telefonla, internetle birbirlerine ulaştılar. Tabi Noel Baba bu vesileyle çok yoğun... Biliyorsunuz bu aralar geyikleriyle ilgili bir problem de yaşamış, ama sağolsun bonus kafa imdadına yetişti :)
Noel'de çakilen fotoğraflarla bakın neler yapmışlar...
Sevgili dostlarıma ve tüm sevdiklerine mutlu Noeller diliyorum.
Merry Christmas
Buon Natale
Joyeux Noel