16 Ocak 2024 Salı

THERAVADA



Uçağa binmeden çok önce başlayan bir yolculuk daha, anılarıma yerleşti. Hatıra kumbaramı zenginleştirdi. Yine çok şey öğrendim, yine çok şey hissettim, yine insan meyveleriyle dolu bilgi ağacım biraz daha büyüdü.  Siddhartha gibi o ağacın altında tefekküre oturup, “şu evren bana ne güzellikler sunuyor” diye düşünmeden edemiyorum. Ve her daim şükranlarımı sunuyorum.

Beni etkileyen anlardan birini hatıra kumbarama not etmek istiyorum. Unutabileceğimi sanmıyorum, ama etkisi zamanla azalacaktır. O etki gittikçe sönümlenmeden buraya yazmak, duygularımı daha kalıcı hale getirecektir diye ümit ediyorum.

Sri Lanka’da –eski adıyla Ceylon’da- halkın %70’i Budist. Dolayısıyla her yer Budist tapınaklarıyla ve Buda imgeleriyle dolu. Budistler, hayattaki hedefin “aydınlanma”ya erişmek olduğuna inanıyor. Aydınlanma, lüks zevklerde ya da kendini cezalandırmakta değil, “orta yol”dadır. Orta yol, hayattaki acı, ıstırap ve tatminsizliğin kaynaklarını açıklamaya çalışır ve bunları gidermenin yollarını arar. Budizm öğretisinin iki ayrı geleneği var. Biri Theravada (küçük araç), diğeri ise Mahayana (büyük araç). Mahayana, Nirvana’ya ulaşan varlığın diğer varlıkların da kurtuluşu için çalışması gerektiğini öğretir. Theravada ise bireysel mantığa ve etik kodlara dayalı bir öğretidir. Bireysel deneyimler sonucunda kişinin eleştirel düşünme, fanatizme ve kör inanca karşı çıkma, iç denetim uygulama gibi becerilerini geliştirmesine teşvik eder. Bu öğretiyi 20’li yaşlarımın başında Hermann Hesse’nin Siddhartha adlı romanını okuduğumda benimsemiştim. Bunun için Budist ya da …ist olmam gerekmiyor. Yapmam gereken tek şeyin kendimi sıkı bir iç denetime tabi tutmam ve attığım her adımı büyük bir farkındalık ve şükranla atmam gerektiğini taa o zaman farketmiştim. Bu farkındalık bana her daim hediyeleriyle geri döndü.

Ayy, yine esas anlatacağım şeyden uzaklaştım. Ama bunları da söylemesem olmazdı. 

Şimdi…

Sri Lanka’nın muhtelif şehirlerindeki muhtelif Budist tapınakları gezmek için yapmamız gereken iki şey var: Omuzları, dizleri örtmek ve cıbıl ayak kalmak.

İlk tapınak ziyaretimizde, ayakkabıları çıkarmamız gerektiğini öğrendik. Çorapla kaldık. Kimileri sandalet, terlik giymiş. Onlar da çıkacak elbette. O sıra yağmur yoktu ve zaten ne ile karşılaşacağımızı tam olarak bilmiyorduk. Çoğumuz çorabımız olduğu için mutluyduk. Fakat ilerleyen günlerde gezecek daha çok tapınak vardı ve hava sıcaklığı 28 derecelerde seyredince çorap morap kalmadı. Üzerine bir de yağmur eklendi. Grubumuzdaki 30 çift ayaktan en gamsız olanı yerel rehberinkilerdi. Biz ise ayaklarımızın bekaretine sahip çıkmaya çalışıyorduk hala. Bir tapınaktan diğerine cıbıl ayak yürünmesi gereken kilometreye ayaklarımızı bir türlü teslim edemiyorduk. Grup liderimiz Mutlu ayakkabıları otobüste bırakmanın daha uygun olacağını söylediğinde durumu kabullenmekte çok zorlandık. Fakat ne çare ki, düştük yollara çıplak tabanlarımızı kâh güneşten ısınmış taşa, kâh yağmurdan ıslanmış kumlara, kâh milyonlarca kişi tarafından çiğnenmiş ıslak halılara basa basa…



Akşam otele döndüğümüzde yaşadığım aydınlanma beni bir koşullanmamdan daha özgürleştirdi. Bütün bir günü tapınaktan tapınağa taşlara, kumlara, su birikintilerine çıplak ayaklarımla basarak teptikten sonra otel odasının zemininden iğrenmek niye? Yık bütün hapisanelerini, kopar zincirlerini ve bas o cıbıl ayaklarını dünyanın tüm zeminlerine!

İşte küçücük bir Theravada anısı!