8 Mart 2018 Perşembe

Ho Chi Minh City by night...



With my special thanks to my sweet moto-rider Nguyen Le Vi... 💙

Akşam macerasına hazır bir şekilde lobby'ye iniyoruz. Ortada yoklar. Dışarı çıkıyoruz. Rehberle karşılaşıyoruz. Yan taraftalar diyor. Yan tarafa doğru yürüyoruz. Epey kalabalık görünüyorlar. Biz dört kişiyiz. Onların da dört olması gerekmiyor muydu? Yapacağımız şey şu: Her kişiye bir üniversite öğrencisi olmak üzere motosikletlerle dört saat boyunca bütün şehri gezip, beş ayrı durakta sokak yemekleriyle tanışmak ve kentin iç yüzüyle karşılaşmak... Çok heyecanlı değil mi?!

Önce gençlerle tanışıyoruz. İsimleri anlaşılır gibi değil. Bazıları kendilerine batılı isimler, lakaplar bulmuşlar; ancak öyle başa çıkabiliyorlar. Ama ben onunla bile başa çıkamadım. 10 saniye sonra aklımda hiçbir isim yoktu. Sayıyorum, gençler 5 kişiler. Bizim rehber, yerel rehber, motorlar filan derken bütün kaldırımı işgal etmişler. Gençlerden biri bize motorlarımızı gösteriyor. O an daha alıcı gözüyle bakıyorum. Benimki beyaz. Vespa kıvamında. Uçakta verilen güvenlik bilgilerine benzer motora inme-binme ve yolda olma bilgilerinden sonra küpe ve kolyelerimizi de çıkarmamızı istiyorlar. N'olur n'olmaz! Onları da çıkarıyoruz. Ve artık motorlara binme zamanı... Kasklar takılıyor, ayarlanıyor. Sağdan doğru motora biniliyor. Heyecan dorukta. Bu anlar fotoğraflanmaz mı?! Hemen bir fotoğraf...


Ve yola çıkıyoruz.

Müthiş...

Hava öyle güzel ki, ne ısınıyorsun ne üşüyorsun. Motorla hızlı gitmediğimiz için öyle rüzgar filan da olmuyor. Limonata gibi işte... Işıklı yollardan geçiyoruz. Onların yılbaşılarıymış. Yeni yıl nedeniyle her yerde sarı çiçekli, kırmızı süslemeli ışıklandırılmış ağaçlar var. Sarı renginin uğur getirdiğine inanıyorlarmış. Gündüz yerel rehber söylemişti. Ve ayrıca bu yıl köpek yılıymış. Uğurlu olsun...

Etrafıma bakınırken ve diğer motorlarla ilişkimizi gözden geçirirken kendimi akışa dahil hissetmeye başlıyorum. Motorların birbirleriyle olan mesafelerini, görünmez kurallarını, ilişkilerini algılıyorum. Bazen boş bulunuyorum, irkiliyorum. Ne de olsa henüz ortama yabancıyım. Ama her geçen dakika biraz daha yakınlaşıyorum. Beni arkasında taşıyan kızcağız bana sürekli bir şeyler söylüyor. Fakat karşılıklı konuşurken anlamadığım bir telaffuzu motorda giderken nasıl anlayabilirim ki? Çok zorlanıyorum, ama bu işi çözmeye niyetliyim. İngilizcemin parlak olmadığı doğrudur, fakat her nasıl oluyorsa telaffuz çözmede birinciyim. Kızcağızın söylediklerini can kulağıyla dinliyorum. İki cümle söylediyse, ben iki kelime yakalıyorum. O iki kelimeye dayanarak cevap veriyorum. Öyle öyle anlaşıyoruz. Konuşkan ve sevimli bir kız.

Diğer motorlarla arkalı önlü grup halinde gidiyoruz. Motordan motora laf atmalar, fotoğraf çekmeler, fikir beyan etmeler bol. Meğer en önde de grubun başı gidiyormuş. Biz sadece dört motor olacağımızı sanıyorduk, fakat sonradan öğrendiğimize göre gençlerin bazıları ilk kez çıkıyormuş, o yüzden turu düzenleyen arkadaş da bize eşlik ediyor. O da çok sempatik ve işini canla başla yapan bir genç. Mutlu mesut ilk durağımıza varıyoruz. Motoru park ediyoruz. Kaskları çıkarmayı öğreniyoruz. Ben her tür kurala uymayı takıntı haline getirmiş biri olarak tam inmem gerektiği şekilde iniyorum.

Durduğumuz yer bir köşe. Büfe kıvamında. Kaldırıma taşan cinsten ufacık bir tezgah. Köşenin yan tarafında sokak üstü küçük masa ve sandalyeler. Fakat o sandalyelere ancak bir çocuk sığar. O kadar minyon insanlar ki benim 12 yaşındaki kızım orada uzun boylu sayılıyor. Neyse, grup başımız iki tane bir şey sipariş ediyor. Adını sormayın. Hatırlamıyorum. Kadın şipşak torba gibi bir kaba biraz ondan biraz bundan dolduruyor, üzerine soslar atıyor, bir de güzel karıştırıyor, hepsini kutuya döküyor. Kutunun içine bir kaç şey daha ilave ediyor. Kapatıp elimize veriyor. Birini bize, diğerini Mehmet beylere... Birer de çubuk...


Yiyebilirsen ye! İçimde hafif bir direnç... Savaşçı ruhum zincirlerini kırıp atıyor kendini ortaya, açıyor kutuyu ve direnç mirenç dümdüz oluyor. Lezzet fena değil, ama içindeki asetat parçaları beni biraz zorluyor. Asetat parçaları dediğime bakma. Onlar aslında pirinç yufkaları. Gündüz Cu Chi tünellerinde yapımını izlemiştim. Pirinç suyunu bambu hasırların üzerine 20-25 cm çapında döküp güneşte kurutuyorlar. Kuruduklarında daha çok aydıngere benziyorlar. Sonra da onlarla "fresh spring roll" yapıyorlar. Gündüz başka bir yerde kadının biri bunları makasla doğruyordu, ne yaptığını anlamamıştım. Şimdi kavrıyorum durumu. Ama bunları biraz kalın dökmüşler, aydıngeri geçmiş, asetat olmuşlar.

Birden fark ediyorum. Biz yiyoruz gençler bakıyor. Yahu böyle olur mu, siz niye yemiyorsunuz deyince onlar da birer çubuk alıyorlar, bizim kutulara ortak oluyorlar. Yani öyle bir durum var ki! Bugüne kadar öğrendiğimiz tüm hijyen klişe ve kriterlerini Saigon nehrine atmam gerekiyor. Bağrıma tuz basıp bir kısmını atabiliyorum ancak. Gecenin tadını çıkarabilmem için en azından bir süreliğine bildiklerimi unutmalıyım. Ok! Başaracağım. Onlar yaşıyorsa ben de yaşayabilirim. Ay, ne mücadele bu... Haydi yeter bu kadar, gidelim!

Ohhh! Oradan kurtuluyoruz. Yeni bir yere doğru yola çıkıyoruz. Yolda olmayı seviyorum. O akışa dahil olmak hoşuma gidiyor. Yolların birleşim noktaları, sağa ve sola dönüşler çok değişik. Ne biz, ne karşıdan gelen neredeyse hiç bir zaman durmuyor, fakat tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp geçiyoruz. Bu örüntü hiçbir köşe başında yada kavşakta bozulmuyor. Sadece kırmızı ışıkta duruyoruz. Öyle ki, gidiş geliş olan ana caddedeki kavşağın tam orta yerinde hiç durmadan geçerken gördüklerimi sayıyorum: Sola dönmekte olan biz, karşıdan gelmekte olan bir otomobil ve arkasındaki kamyonet, 4-5 tane bizimle beraber sola dönecek olan motor (düz gidenleri saymıyorum) ve tüm bunların içinden şeffafmışçasına geçmekte olan omuzu kefeli vatandaş. Biz bu tablonun neresindeyiz? Otomobil ile kamyonet arasında! Yaya nerede? O da aynı koordinatın gölgesinde... Bilmem anlatabildim mi?! İşin daha da ilginç yanı bütün bu tuhaf akışta hepimiz sakiniz. Kimse kimseye söylenmiyor. Hakikaten akıp gidiyoruz. Suyun taşı aşıp aktığı gibi...

Veee ikinci durağımıza geliyoruz. Bu defa yemek için dükkanın içine giriyoruz. Ama cam, kapı filan yok, her yer açık. Alüminyum masalar ve tabureler var. Yerler leş. Grup başı dördümüzü yan yana oturtuyor. Onlar da karşımıza tespih gibi diziliyorlar. Bu defa sulu bir yemek yenecek. Siparişleri veriyor ve açıklama yapıyor: "Bizde bir lokantanın yerlerinin kirli olması iyi bir şeydir. Oraya çok kişinin geldiğini gösterir ki, bu da lezzetli olduğunun işaretidir" diyor. Bakış açısı diye buna denir. Bazı şeyleri farklı algılamak için sadece bakış açımızı değiştirmeliyiz.

Noodle çorbaları fena değil. En çok sevdiğim lezzet içindeki limonotu (lemongrass). Karideslisi daha güzel filan derken Haydaaa! Bunlar yine gülümseyerek bizi seyrediyor! Çocuklar buyursanıza diyoruz da onlar da kendilerine bir şeyler alıyorlar. Adeti bilmiyoruz ki! Aldıklarını ortaya getiriyorlar da çorba ortadan nasıl yenir bize öğretmediler birader! Herhalde bizi dünyanın en görgüsüz, aç gözlü insanları falan sanmışlardır. Düşün, çocuklar evlerinde bir tas çorbayı dört kişi yemeye alışmışlar, Türkler gelmiş çorbayı önüne çekmiş kimseye vermiyor. Heyyarappi! Anlatsan anlatamazsın ki. Çorbalar da bitince bir fotoğraf çekelim bari diyoruz.


Orada epey sohbet ediyoruz. Mavi tişörtlü kız 25 yaşında, muhasebe işi yapıyor. Yanındaki benim şeker kız. 23 yaşında. O da muhasebede. Adı yine zor geliyor. Unutuyorum. Onun yanında Ti var. Ti adını şöyle söylüyor: "Tea, not coffee". Komik çocuk. Çocuk dediğime bakma, hiç göstermiyor ama Ti grup başı ve 38 yaşında. Onun yanında ayakta olan 19 yaşında ve lise öğrencisi. En sağda da Lukas 22 yaşında. Pırıl pırıl çocuklar. İnanılmaz saygılı ve sevgi dolular. Dini inançları yok. Dua etmez misiniz diye sorduk. Ederiz, dedelerimize ederiz; bahçede dedelerimiz yatıyor, her gün onların başına gider dua ederiz dediler. Tek tanrılı din diye bir şeyin varlığından haberdar değiller. Ne İslam deyince anlıyorlar, ne Yahudi deyince. Sadece Katolik deyince tanıdık geliyor, çünkü istilalar esnasında Fransızlar oraya kilise inşa etmişler de ondan.

Birden Ti sırt çantasından bir şeyler çıkarmaya başlıyor. Meğer muhtelif içkiler varmış içinde. Ve küçük bardaklar. Tatlı bir şarap denettiriyor bize ilk olarak. Fena değil. Arkasından pirinç rakısı, arkasından bir tane daha... Ağır ol kardeş, böyle yaparsan motorun arkasına küfe monte ettirmen gerekecek vallahi. Zaten önden bira da içmişiz. Ben pas geçiyorum doldurduklarını. Gençler ev yapımı buzlu çay içiyor. Alkol yasak. Motor kullanıyorlar. Buyur da edemiyoruz. Doldurma diyorum artık. Ve bombayı çıkarıyor çantadan. Son içki içmelik değil izlemelik.Yani, bana göre öyle! Ama aramızda cesaret ataşeliği yapanlar da oluyor elbette. Bakınız Şekil 1


Bir kobra, ağzında da bir akrep. İçip de ne olacak? Kanatlarım çıkacaksa bi düşüneyim. Çıkmayacakmış madem içmiyorum o zaman ;) Son gülüşmeler ve fotoğraflardan sonra yerimizden kalkıyoruz. Arkamızdakiler kağıt oynuyor. Tanıdığımız kağıtlarla tanımadığımız bir oyun oynuyorlar. Oyunu izleyerek anlamaya çalışıyoruz, fakat anlayamıyoruz. Anlatmalarını da beklemiyoruz. Pınar hanım kanasta diyor, ama katiyen değil. Kanastayı iyi bilirim. Her neyse... Onları izlerken duvarda duran fotoğraflara gözüm takılıyor. Savaşta mı öldüler acaba diye aklımdan geçiriyorum. Ama detaylara dikkat etmiyorum. Ancak sonradan fotoğrafa bakarken üzerindeki haçı fark ediyorum. Şaşırıyorum.


Ve dışarı çıkıyoruz. Üçüncü durağa doğru... Bu defa ana caddelerden içerilere doğru giriyoruz. Akış hızımızda hiçbir değişiklik yok neredeyse. Ama biz ara sokaklardayız artık. Ara sokaklar tam bir labirent. Biz o labirentlere güvenle dalıyoruz. Gerçek olmayacak kadar ütopik, hayal olmayacak kadar gerçek. Gördüklerim gözlerimin önünden hızla kayıyor, fakat zihnimde izler bırakıyor. O yoksulluk, yoksunluk, alışmışlık, durgunluk... Kokular, sesler, ışıklar, renkler... Duyularıma ve duygularıma değen onlarca, yüzlerce ayrıntı... Onca sefaletin içinde, mevcudiyetini dinginlikle sürdüren onlarca, yüzlerce insan...





Karar veriyorum. Hijyen batının dizayn ettiği bir kavram. Din kavramının nasıl burada geçerliliği yoksa , hijyen kavramının da yok. Oysa hepsinin dişleri bembeyaz, saçları tertemiz. İnsanlar kötü kokmuyor. Tırnakları bakımlı. Giyimleri düzgün. Her gittiğimiz yerde önce ıslak mendil ikram ediliyor. Peki, nedir bu çelişki? Üzerine çok kafa yormam lazım. Düşünmem lazım. Okumam lazım. Bu merak beni heyecanlandırıyor. Ve daha güzeli bu heyecan beni ben yapıyor, beni kendime getiriyor, içimdeki potansiyeli enerjiye dönüştürüyor.

Üçüncü durağımız deniz ürünleri ile ilgili. Bende tokluk hissi hakim, ama daha yolu ancak yarılıyoruz. Daha ne yiyebiliriz ki diye düşünmeden edemiyorum.  Etrafıma bakayım mı bakmayayım mı ona bile karar veremiyorum. Ama öte yandan bu tur ülke gerçeğine nüfuz etmek için eşsiz bir deneyim. Halkın içinde, şehrin kalbindeyiz. Deniz ürünleri her yerde. Öyle karides marides değil. Damardan. Etrafıma bakmaya başlıyorum.

 
 

Grup başı bize oturacak yer ayarlıyor. Bir telefon kulübesine kaç Çinli sığar deneyinin 1 metrekarelik masanın etrafına kaç Türk ve Vietnamlı sığar versiyonunu burada test ederek oturuyoruz. Yine Türkler Vietnamlılara karşı masa düzeninde. Ayaklarımızın altı sürtünmesiz alan yeminle. Neft yağı sürmüşler mübarek! Hayatımda bundan daha kaygan bir zemine bastığımı hatırlamıyorum. Ti masayı donatıyor. Küçük küçük tadımlıklar. Öğrendik artık, baştan buyur ediyoruz. Beklediğimden daha iyi diyebilirim. Ördek yumurtası hariç. Yumurtayı, kabuğundan çıkmamış civcivken hayvanın altından alıp pişirmişler. Yuh dedim yani! Bünyem kabul etmez.

Artık bittim tükendim. Eve gitmek istiyorum. Ama daha bitmedi. 2 durak daha var. Bende de valizim gibi tek bir pirinç tanesine yer kalmadı. Bundan sonrasında sadece izleyiciyim. Kalkıyoruz. Sokağın başına doğru ilerliyoruz. Bulaşık kovaları zihnimin mantık kanallarını zorluyor.


Haydi bir de anı fotoğrafı olsun diyoruz. Topluca fotoğraf çektiriyoruz.


Hayırlısıyla dördüncü durağa doğru yola çıkıyoruz. Artık gözüm hiçbir şey görmüyor. Sanırım doz aşımı söz konusu. O durak tatlı ve meyve durağı. Anlatmaya mecalim yok, zaten anlatacak bir şey de yok. Daha doğrusu hatırlamıyorum. Zihnim o kadar kabul etmemiş! Son durak kahve olsa gerek diyorum, ama sorgulamıyorum. Zaten bu turun en güzel yanlarından biri de kimsenin şimdi nereye gidiyoruz diye sormaması. Sadece gidiyoruz ve yaşıyoruz. Son durağa doğru yola çıktığımızda içimde bir şükür. Motor otoyola çıkıyor. Azıcık yüzüme rüzgar esiyor.


Sonra yine bir sokak arası... Bir tane daha... Dükkanlar... Çiçekçiler... Lokantalar... Bir ara etrafımıza bakıyoruz, grubun yarısı yok. Duruyoruz. Beklemeye başlıyoruz. Hayret nerede kaldılar? Pınar'la fikir yürütüyoruz. Telefon mu etsek? Telefonları fotoğraf çekme haricinde kullanmıyoruz ama. Kızlara söylesek de onlar sorsa. Söylüyoruz. Mesaj atayım diyor. Yahu yolda giderken mesaja mı bakacak? Atıyor bir mesaj. Biraz daha öyle bekliyoruz. Cevap yok. Bu defa benimkine söylüyoruz. Başka yol yok, bu yoldan gelecekler diyor. İyi de evladım 15 dakika oldu, hala yolu bulamadılar mı? Aralarında Vietnamca konuşuyorlar. Sanki bir şey söyleyecek gibi. Konuşup duruyorlar. Bize çözüm getirmiyorlar. E valla 20 dakika orada öyle tuhaf hislerle bekliyoruz. Birden üç motor birden karşımızda beliriveriyor. Neredesiniz siz demeye kalmıyor, arkalarından çiçek buketleri çıkıveriyor. Bizim yağlar da eriyor. Programın beşinci ve son durağının bu kadar zarif ve naif olması bütün bonusları hak ediyor. Bravo doğrusu! Çok etkileyici. Bu yorgunluğu ve tükenmişliği ancak böyle bir güzellik ortadan kaldırabilirdi. Ve dahası böylesine ince bir düşünceyi programa dahil etmek, bana kalırsa yalnızca Ti'nin fikri değil, Vietnam kültürünün bir parçasıdır diye düşünüyorum.

İşte Ho Chi Minh City'de akşam turunun sonu... Geriye hoş bir seda kalıyor. Benim kız ile vedalaşırken çiçeği ona takdim ediyorum: Biz yarın uçuyoruz, çiçekler ölmesin diyorum. İnanılmaz seviniyor. Gecenin başında Avrupa'yı gezmek istediğini ve bunun için deli gibi çalışıp para biriktirdiğini söylemişti. Onu evime davet ediyorum. Aç diyorum Facebook'unu. Yazıyorum adımı. Ekle diyorum beni. Ekliyor. İstediğin zaman gel diyorum. Gözlerinin içi gülüyor.


Adını eve gidince öğreniyorum. Nguyen...

Best wishes and good luck Nguyen 💟



6 Mart 2018 Salı

Günaydın Ho Chi Minh City...


Telefon sesi...

Bir de üstüne alarm...

Saat 6.30. Offf... İstanbul'da daha saat 2.30. Bu saatte nasıl kalkılır? İstanbul'u unut dostum. Başka bir alemdesin. Bir süre burada kalacaksın. Saatlere alışsan iyi edersin. Peki, tamam diye biten kendimle yürüttüğüm diyalog sonunda paşa paşa kalkıp perdeyi açıyorum. Şu otel perdelerine dokunmak ayrı bir diyalog konusu da, oraya girmeyelim. Manzara karşı bina. Dandik yani. Nehir tarafına bakan var mıdır diye geçiyor aklımdan, ama soracak değilim. Hazırlanıp kahvaltıya iniyoruz. Salon dolu. Açık büfe müthiş, ama bende iş yok. Hala üzerimden muşmulalığı atamamışken o balıklar, noodle'lar, sushi'ler nasıl yenir? Bu sabah bildiğimden gideyim yarın sabah düşünürüz deyip, peynir, İtalyan salamı, ekmek filan alıyorum. Meyveli, yulaflı yoğurt nefis. Hele sunumları çok şeker. Küçük kavanozcuklara envai çeşit meyve ile kat kat rengarenk doldurmuşlar. Ananaslısından alıyorum. Bir tabak da meyve... Daha önce hiç dragon fruit denememiştim. Ya da belki yıllar önce Çin'de yemiş olabilirim, ama hatırlamıyorum. Zaten matah değil. Fakat passion fruit harika. Ekşi ekşi ama çok sevdim. Çapraz masada Avrupalı bir çift de passion fruit yiyor, ama tutkunun dozunu biraz kaçırmışlar. Her biri tam 6 tane almış, tutku üstüne tutku yiyorlar karşılıklı. Ürtiker olacaklar yeminle. Kendi kendime gülümsüyorum.

Tura çıkmak üzere lobby'de buluşuyoruz. Ve Tülay hanım bana, ben Tülay hanıma mahcup... Ne ben onu tanıdım, ne o beni! Lisa söylemese fark etmeyeceğim. Nil'in anneannesiyle aynı turdayız. Tesadüfün iğne deliği. Üstelik evine filan da gitmişliğim var, ama hafıza problemim malum had safhada. Hep beraber gülüşüyoruz.

Sekize doğru biniyoruz otobüse. Rehber ön koltuklara dönüşümlü olarak binmemizi tembihliyor. Kim bilir kimler bu yüzden kavga ettiyse! Zaten istemem, yüreğim kaldırmaz bu trafiği. Gideceğimiz yer Cu Chi tünelleri. Bir de yerel rehberimiz var. Adını unuttum. Hatırlamak mümkün değil. Hım mıdır nedir?! Tuhaf isimler. Keşke yazsaydım... Nihayet yol boyu Vietnam ve Ho Chi Minh City hakkında bir şeyler anlatıyor bizimki. Akşamdan anlatsaydı unuturuz diye mi düşündü acep?! 7 sene rehberlik yaptım. Tecrübeme dayanarak söylüyorum. Bir bilgi ancak bir kaç tekrardan sonra akılda kalıyor. Sen akşam anlat, sabah bir daha anlatırsın. Hem de zenginleştirerek anlatırsın. Adamın iştahı yok anlatmaya ki! Google'dan mı indirmiş ne, oradan okuyor. Verdiği tüm sayı bilgileri, istatistiki bilgiler küsuratlı. Sanırsın ezberlemiş. Neyse Cu Chi tünellerine varıyoruz.



Tüneller çok ilginç. Ağaçlı bir arazinin altına köstebek yuvaları gibi tüneller ve odalar kazarak yeraltı şehri inşa etmişler. Neden mi? Hayatta kalabilmek için. Kendilerini savunabilmek için.



Bu millet asırlar boyu istilacılarla uğraşmış. Ne Çinlisi-Japonu kalmış, ne Fransızı, ne Amerikalısı... Dünyanın öbür ucundaki bir milletten ne istersin ki? 1945-70 yılları arasında kazdıkları bu tünellerde Amerikalılardan saklanmışlar. Aşağıda mutfaktan kilere, sağlık biriminden tuvalete kadar her şey mevcut. Fakat tüneller esasen öyle dar ki bizim sığmamız mümkün değil. Sonradan bir bölümünü turistlerin ziyaret edebilmesi için genişletmişler de ancak sığdık. Ördek pozisyonunda çömelerek, kafanı da öne eğerek yürüyebiliyorsun. Ya da sürünerek... Vietnamlılar bu tünellerde günlerini geçirmiş zavallıcıklar.



Amerikalının yöntemi ise bombardıman. Adi herifler! Zaten tünellere sığmaları mümkün değil. Geçip gittikleri yerlerin altında Vietnamlılar dolanıyor aslında. Havalandırma delikleri öyle akıllıca kazılmış ki fark edilmiyorlar. Amerikan uçaklarından atılan bombaların bazıları patlamamış, Vietnamlılar bunları toplayıp Amerikalılara karşı kullanıyorlar. Amerikalıların parçalanmış kamyon lastiklerinden ayakkabı yapmışlar; böylece toprakta kalan izler ayırt edilemiyorlar. Ve dahası psikolojik yıpratma taktikleriyle Amerikalılara karşı tuzaklar hazırlıyorlar. Tuzaklarda yaralananları bıraksalar vicdan azabı duyacaklar, alsalar ilerlemelerine engel olacaklar. Sonunda Amerika pes ediyor. Ama bu süreçte ne çok insan ölüyor.

Esasen mücadele kapitalizm ile komünizm arasında. Amerika'nın yıkmaya, ortadan kaldırmaya çalıştığı şey komünist rejim. Fakat yine de başaramıyor. Mevcut rejim sosyalist cumhuriyet. Ülkede dini inanç yok, ama saygı var, eşitlik var. Doğaya saygı da en az insana saygı kadar önemli. Batının yaptığı gibi doğaya hükmetmeye çalışmıyor, kendini doğanın bir parçası olarak görüyor. Böyle ülkelere geldiğim zaman yeniden insan olduğumu hatırlıyorum.

Tünellere veda ediyoruz ve tekrar otobüslere biniyoruz. Bu defa savaş gazilerinin ve onların evlatlarının çalıştıkları bir atölyede duruyoruz. Yaptıkları tabloların ana malzemesi ördek yumurtası kabuğu. Vallahi öyle...


Tabloların yapım aşamalarını izliyoruz. Kabuk parçalarını figürlerin içine yapıştırıp ezerek kırıyorlar. Yer yer sedef gibi farklı malzemeler de kullanarak renklendiriyorlar. Dolgu gereken bölgeleri doldurduktan sonra elle zımparalayarak parlatıyorlar. Sonuç bir tür lake etkisi veriyor. Sevdim.


Artık yavaş yavaş acıkma hissi baş gösteriyor. Öğlen yemeği tura dahil değil. Önce uyumak istediklerinden tura katılmamış olan geçleri gidip otelden alıyoruz, sonra yerel rehberin önerdiği restorana gidiyoruz. Fakat yemek süresi 45 dakika. Bu sürede restoranda yemek çok saçma. Biz girmiyoruz. Bizim gibi çoğu sağa sola saçılıyor. Yan sokağa dalıyoruz. Bir iki yere göz attıktan sonra üst katta balkonlu malkonlu bir yeri gözüme kestiriyorum. Yukarı çıkıyoruz. Gayet güzel. Çekik gözlülerin yemek yediği bir yer. Menüyü alıyoruz. Her zamanki gibi paylaşmak üzere iki tabak yemek sipariş ediyoruz. Biri sulu, biri kuru. İkisi de birbirinden lezzetli çıkıyor. Bata çıka yeyip üç kuruş ödeyip çıkıyoruz. Restorandakiler tabi ki zamanında çıkamıyorlar. Çıktıklarında da suratlar asık. Maalesef memnun kalmıyorlar.

Öğleden sonra turu, şu tur acentalarının panoramik şehir turu dedikleri türden aslında. Fakat neyse ki yanımızda yerel rehber var da Ho Chi Minh City'yi doğru dürüst geziyoruz. Bizimkine kalsa bir şey yok orada deyip bırakacak. Yerel rehber sayesinde hem savaş müzesini hem de başkanlık sarayını enine boyuna dolaşıyoruz. Kendi adıma söyleyeyim: Bilinçleniyorum. Vietnam tarihi bir trajedi. İnsanın insana yaptığı bu eziyet görülmemiş bir şey... 4 milyon Vietnamlı ölüyor. Nasıl mı? Tam 8 milyon ton bomba Vietnamlıların üzerine yağıyor. Sonrasında da napalm bombası etkileri yıllarca devam ediyor. 'Acent Orange' denilen kimyasallar 400.000 kişinin sakat doğmasına yol açıyor. Öyle sıradan sakatlıklar değil. Hilkat garibeleri geliyor dünyaya. Yahudi soykırımından neredeyse farksız. Dehşete düşüyorum. İçimde katliam yapan tüm canilere karşı uyanan nefretle, bir kez daha savaşları lanetliyorum. Savaş müzesinde gördüğüm görüntülerin bazıları yüreğime su serpiyor. Tüm dünya milletleri o yıllarda kınama mesajları yayınlıyor, mitingler yapılıyor; ama nafile. Amerika gözü dönmüş halde bombalıyor. Ve bunu Amerika başka coğrafyalarda halen yapmaya devam ediyor.


Merhamet duygularımla vicdanım el ele dolaşırlarken savaşlar niye diye defalarca soruyorum. Cevap bulamıyorum. Bu tarifsiz duygularla Fransız yapımı postaneyi içerden, kilise ve opera binasını da dışarıdan geziyorum. Etrafımı her ayrıntısıyla izlerken savaşları biraz olsun unutuyorum. Günlük hayata odaklanıyorum. Omuzlarında taşıdıkları kefeler, kefelerin içindekiler, kefeleri taşıyanlar ve kefeleri taşıyanların başındaki şapkalar çok estetik, egzotik ve eksantrik. Fakat ne yaptımsa istediğim kalitede bir fotoğraf yakalayamıyorum. Sebebini biliyorum... Bir dahaki sefere!

Böylece tur sona eriyor. Herkes yorgun. Ben de dahil. Otele gidip biraz dinlenmek istiyorum. Ama zaman yok. Sadece 45 dakika için odaya çıkıyoruz. Akşam için enteresan bir program var. Katılsak mı katılmasak mı diye düşündüğümüz vakit hiç yorgun değildik, ayarladık. Şimdi zor geliyor tabi. Fakat program hakikaten çok sıkı. O yüzden azıcık tazelenip çıkıyoruz...



3 Mart 2018 Cumartesi

Sevgili dans hocam Ümit İris'e ithafen...

 
 

Sevgili dans hocam Ümit İris'i son yolculuğuna uğurladıktan sonra onun ruhu için yapabileceğim en güzel şeyi yapıyorum ve onun sevdiği müzikleri dinliyorum (dinlemek için resimlerin üzerine tıklayınız). O günleri, o güzel günleri zihnimde tekrar tekrar canlandırıyorum. Ağlayacağımı hiç düşünmemiştim, ama Seval hanımı görünce kendimi tutamıyorum. Yanağımdan bir damla yaş süzülüyor.




Baştan anlatmak istiyorum... Uzun uzun, teker teker, yaşaya yaşaya anlatmak istiyorum.

Büyüyünce ne olmak istersin diye sorduklarında dansöz olmak istediğimi beni küçüklüğümden beri tanıyan herkes biliyor. Öğretmenimin evindeki meslekler ansiklopedisini karıştırırken 7-8 yaşlarında karar vermiştim buna. Üniversiteden sonra İtalya'da yaşadığım dönemde Hakanların bizi Ipotesi adındaki o şahane yere götürmesiyle Salsa, Rumba ve Merengue ile tanıştım. Aşık oldum. Hele insanların medeniyetine hayran kaldım. Dansa kaldırıyorlar, dans bitiyor, teşekkür edip nazik bir şekilde yerine eşlik ediyorlar. Ne asılma var, ne sulanma... Adını bile bilmediğin insanlarla büyülü danslar ediyorsun ve müzik sustuğunda herkes özgür. Yıl 1993, geçen asır yani. Ben daha 23 yaşındayım. İçim kıpır kıpır. Her gün dans etmek istiyorum ama İpotesi'ye gidebilmek için cuma akşamını beklemek zorundayım. Ben en iyisi bir kurs bulayım kendime diyorum. Buluyorum. Haftada 2 gün de oraya gidiyorum. Orada salon dansları adı altında Vals, Mazurka ve bir şeyler daha öğreniyorum. Bir ara tangoya da değiniyorlar, ama az. Bütün bu danslarda beni en çok etkileyen de her şeyin doğaçlama olması. Dersler ve danslar 6 ay kadar devam ediyor. Sonra İstanbul'a dönme vakti gelip çatıyor.

Döndüğüm zaman en çok üzüldüğüm şey burada böyle dansları edebileceğim hiç bir yer olmaması diye düşünürken Betül bana müjdeyi veriyor. Etiler'de bir yerde dans derslerine başlayacağız, sen de gel diyor. Koşa koşa gidiyorum. Dans hocamız Yonca hanım, asistanı da o zamanlar bizim gibi tıfıl olan Halit Ergenç. Asistan yakışıklı da dersler berbat. Olacak gibi değil. Bırakıyorum. Zaten ötekiler benden önce su koyuvermişler.

Bir gün iş yerindeyim. Malum mobilya mağazasındayım. Mobilyanın birinin üzerinde dergiler duruyor. Akşam saat 17.00 suları. İşten çıkmama 1 saat var. Oyalanıyorum. Dergiyi elime alıp karıştırmaya başlıyorum. Önüme bir sayfa açılıyor: Dansçı bir çiftin tam sayfa fotoğrafı. Neymiş bu diyorum ve yazıyı okumaya başlıyorum. O yıllarda pazar günleri TRT İzmir televizyonundan yayın yapan bir programda dans eden Ümit İris-Seval Uğur çiftini anlatıyor. Satır satır atlamadan okuyorum. Bir ipucu arıyorum: İstanbul'da dans dersleri veriyormuş. Ama ne adres var, ne telefon. Dergiyi çantaya yerleştiriyorum. Saat altıyı zor ediyorum. Uçarak mı koşarak mı bilmiyorum, kendimi eve atıyorum. O zaman altın rehber var. Açıyorum rehberi, deli gibi arıyorum. Meslekler mi vardı neydi; hayal meyal hatırlıyorum. Ama sonunda Ümit İris'i buluyorum. Yuppi! Fakat sıkıntı şu: Biz '94 yılındayız, dergi '89 dan kalma, altın rehber ise '84 ten filan. Yani '94'te 7 haneli numaralara geçilmiş ama altın rehberdeki numaralar hala 6 haneli. Başına bir şeyler ekleyip arıyorum , ama nafile... Ne yaparsın??? Alırsın adresi, gidersin kapısını çalarsın. Saat 18.30 civarı. Babam sekizde geliyor. Anne ben çıkıyorum, sekize kadar gelirim deyip pırrr... Otobüse biniyorum, Taksim'e gidiyorum. O zamanki trafik ne ki, şipşak gidiveriyorum. Sıraselviler'in başında adresi buluyorum. Buluyorum bulmasına da yukarı nasıl çıkacağım onu düşünüyorum. Bina pek tekin görünmüyor gözüme.

Ha gayret, buraya kadar geldin, yukarı da çıkarsın sen diyorum kendi kendime. 1 kat merdiveni çıkıyorum: Ses kayıt stüdyosu. Eyvaaahhh! Tamam mı, devam mı? Devam. Annem duysa beni gebertir diye düşünmediysem ne olayım. Haydi 1 merdiven daha... Aman Tanrım! Burası da Zührevi Hastalıklar Mütehassısı... Yahu deli miyim divane miyim, ne işim var burada? Anadolu'dan kaset yapmak için İstanbul'a gelmiş köylü kızları gibiyim vallahi. Hadiii uzatmaaa yürüüüü... diye diye tepeden gün ışığı görünüyor. Çatı katına varıyorum sağ salim. Kapının önündeyim. Kapıda ne yazıyor dersin? Tabi ki ÜMİT İRİS!!! Yuppi... Sevinç çığlıkları atmak istiyorum. Fakat bir yandan da acele etme sevinmek için, daha adamı görmedin, bi gör de sonra sevinirsin diye kendimi çimdikliyorum.

Zili çalıyorum,

Kapı açılıyor.

Evet o...

Resimdeki adam...

Kendimi tanıtıyorum. Dans derslerinden birini izlemek istediğimi söylüyorum. Bir an duraklıyor. Ee, birazdan bir grup dersim var, isterseniz buyurun bekleme odasında bekleyin, geldiklerinde izleyebilirsiniz diyor. Arada hangi dansları öğrettiğini, ders fiyatlarını filan soruyorum. Sağa sola bakıyorum. Birkaç dakika sonra kapı çalıyor ve gerçekten de 2-3 çift geliyor. Bu kadar mı denk gelir?! Onlar da işten çıkıp gelmişler besbelli. İzliyorum ve onuncu dakikada kararımı veriyorum. Benim yerim burası diyorum.  Yıl 1994. Muradıma eriyorum. Özel derslere başlıyorum. İçimde öyle bir tutku var ki, bazen akşam için boş saat yoksa öğlen arasında derse geliyorum. Bir saat dans edip işe geri dönüyorum.

Kısa bir süre sonra Ümit bey pazar akşamları Ahırkapı Armada Otelinde dans geceleri başlatacağının müjdesini veriyor. İnanılmaz seviniyorum. Özlemini duyduğum İtalya günleri artık geride kalıyor, ama yerini dolduracak Armada günleri başlıyor. Ömrümün belki de en güzel anlarını orada geçiriyorum. Her pazar akşamı özenle giyinip, saçımı ve makyajımı yapıp kelebekler gibi gidiyorum oraya. Bugün cennet mekanına uğurladığımız o değerli insan sayesinde muhteşem danslar ediyorum pazar akşamlarımda ve Cumhuriyet bayramlarında. Evet, Cumhuriyet baloları düzenleniyor Armada otelinde. Dans gecelerinin açılışını her zaman olduğu gibi Ümit İris-Seval Uğur çifti yapıyor. O zamanlar sadece tango yok, rumba, vals, cha cha da yapıyoruz. Bütün bir gece hiç durmaksızın dans ediyoruz. Ve hala süren dostluklar ediniyoruz.

Ümit İris'in açtığı yolda ilerlerken çeşitli yol ayrımlarıyla karşılaşıyoruz. Arjantin tangosu hayatımıza en çarpıcı haliyle giriyor. Ne Buenos Aires'i kalıyor, ne Hollanda'sı, ne festivaller, ne maratonlar bırakıyoruz gidilmedik. Her an ayakkabılar hazır. Ya çantada valizde, ya arabanın arkasında. Denenmedik ayakkabı markası bırakmıyoruz yıllar içinde. Necmi usta ayakkabı yapmayı öğreniyor enine boyuna. Yıllar geçiyor. Dans aşkım hiç bitmiyor, fakat dansçılarla aram zamanla bozuluyor. Selam vermeyenler, verirse borçlu çıkacağını düşünenler, başka niyetler besleyenler, sohbetten bile imtina edenler, gruplar oluşturup içlerine kabul etmeyenler, dans etmek için gençleri tercih edenler, snopluktan burnunun ucunu görmeyenler, kendilerini ilah zannedenler filan derken dans hayatım bitiyor. Şimdi özlemle anıyorum o eski günleri. Ümit İris-Seval Uğur çifti ile birlikte geçirdiğimiz o mutlu pazar gecelerini...

Değerli dans hocam Ümit İris, yolun ışıkla dolsun, mekanın cennet olsun. Meleklerle dans edersen eğer, kutup yıldızından bir göz kırp, ben anlarım...



Bir yolculuk daha başlıyor...


Oraya gidelim, buraya gidelim derken şu Asya kıtasını bir türlü gezemiyoruz. İçimizde ukde olmuş, habire gidelim diye debeleniyoruz, yine gidemiyoruz. Yıllar önce bir tek Çin'e gitmişliğimiz var, o kadar! Bu defa başarıyoruz. İsteğimiz aslında acenteyle gitmeme yönünde, ama zamansızlık ve sabır yoksunluğu nedeniyle bir tura yazılıyoruz. İsim vermiyorum. Çünkü henüz bloğuma reklam almaya başlamadım ;)
21 şubat çarşamba gecesi hareket. Valizimi çarşamba sabahı yapıyorum. Ay, bi zor bi zor geliyor, anlatamam. Şubatta yazlık valiz hazırlamak 220 voltla çalışan cihazı 110 volt prize takmak gibi bir şey. Regülatör lazım valla. Yahu ben yazın ne giyiyordum? Bir de, akşamları da soğuk oluyormuş dediler, beni perişan ettiler. Biraz yazlık, biraz baharlık, bir tane de kalın koyayım, haydi bir de mayo atayım, havlusuz olmaz, güneş kremi, sinek kovucu, kaşıntı pomadı, terlikti ayakkabıydı derken valizi bir tartıyorum: 18 kg, onu da bırak valiz patlamak üzere. Yani oradan kazara bir pirinç tanesi alsam sığmayacak, o derece! Aman boşver, ben de almayıveririm diyorum ve valizi kapatıyorum. Hazırım. En önemli şey fotoğraf makinesi; tekrar kontrol ediyorum. Şarj kablosu, yedek pil ve hafıza kartı... Hepsi tamam. Kitap için karar veremiyorum. Yarısına kadar okumuş olduğum ve devam etmek istediğim "Kurtlarla Koşan Kadınlar"ı mı alayım, yoksa kitap grubum için okuyacağım Latife Tekin'in "Sevgili Arsız Ölüm"ünü mü alayım? Latife Tekin'i dönünce okurum deyip, Kurtlarla Koşan Kadınları atıyorum çantaya. Bitirebilirsem çok iyi olur. Çantada kalem var mı diye de kontrol ediyorum: 2 tane var. Güzel. Yavaş yavaş havaya girmeye başlıyorum. Pasaport tamam, para işleri tamam. Az zaman kaldı, 2 saat, 1 saat derken Lisa'yı yatırıp çıkıyoruz. Yol boş. Koştura koştura gidiyoruz ve erkenden varıyoruz. Olsun. Rehberle tanışıp zarflarımızı teslim alıyoruz. Biraz lounge'da oyalanıyoruz veeee... Boarding zamanı!
...
Aaaa... Koca paragraf yazmışım, nereye gittiğim belli değil, iyi mi?! Asya'ya da nereye?
İstikamet Vietnam aslında, ama şu turların tek ülkeyle yetinmemesi yüzünden mecburen Kamboçya'ya da geçeceğiz.
...
Ho Chi Minh uçağına biniyoruz. Uçuş gece saat 2.40'ta tam zamanında kalkıyor. Nasıl uykum var, kafamı koysam uyuyacağım. Fakat o saatte içimde bir kazıntı. Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum olmuyor.  Film seyretmek istemiyorum. Kitap okumak da istemiyorum. Uyumak istiyorum, ama midemdeki kazıntıdan uyku tutmuyor. Birden yemek dağıtmaya başladıklarını görerek seviniyorum. O yemeği yediğim gibi, koltuğu az yatırıyorum: Horrrr!!! Gözümü açtığımda on saatlik uçuştan geriye sadece bir buçuk saat kalıyor. Şahane! Bir kahve, bir kahvaltı, hooop varıyoruz. Hem de nasıl geçtiğini hiç anlamadan. Ho Chi Minh City'de saat 16.50, bizden dört saat ileri. Havaalanında rehberi nasıl bulacağız bilmiyorum. Ben yüzünü bile hatırlamıyorum. Sakallı mıydı neydi? Grup dersen, kimseyi tanımıyoruz. Dışarı çıkınca turun adının yazılı olduğu bir karton arıyorum ve vallahi işte orada! Çekik gözlü adam da beni bulduğuna seviniyor. Daha rehber filan ortada yok. Bir çift daha geliyor arkamızdan. Dışarıda beklemeye başlıyoruz. Hava sıcaklığını ancak o zaman idrak ediyorum. Bayağı sıcak. Benim elimde koca mont. Almasam olmaz; evden uçağa varana kadar donarım. Alınca da bak bu sıcakta elimde koca montla dolaşıyorum. Valizde pirinç tanesine yer yok. Neyse bunu dert edecek değilim ya! Asıyorum montu sırt çantamın kenarına unutuyorum meseleyi.

Biraz sonra grup rehberle birlikte topluca içeriden çıkıyor. Meğer onlar içeride toplanmışlar, bizi arıyorlar. Tanışıyoruz. 14 kişiyiz. Otobüsümüze biniyoruz. Otele doğru yola koyuluyoruz. Merakla yolu izliyorum. Şehrin içine doğru girmeye başladıkça trafik artıyor. Aaaa...  Onlarca motosiklet... Aklıma Çin'deki bisikletler geliyor. Burada bisiklet tek tük. Her yer motosiklet. Vızır vızır. İnanılır gibi değil.




Şunlara bak: Bir iki yaşında çocuğu ortalarına oturtmuşlar, gidiyorlar. Aaaa, bak bak... Şunlar da bütün aile binmiş. En öndeki boşlukta bir küçük çocuk ayakta gidiyor, babası motoru kullanıyor, arkasında ablası, en arkada da annesi. Şaka gibi! Bunun gibi ne görüntüler?! Adam torbaları motorun önüne asmış, birinde 15-20 yumurta, öbüründe küçük ekmekler, göremediğim yada anlamadığım bir sürü torba... Çoğunun sırtında çantası. Kadın motor sürücülerinin sırtları dimdik. Bir tane kambur duran yok. Kendimi motorun üzerinde düşünüyorum. Mümkün değil o şekilde durabilmem. Acaba bunların kültürlerinde Tai Chi var mıdır diye geçiveriyor aklımdan. Yaşı daha ileri kadınlardan da motor kullananlar var. Hatta bebeğini motorda kanguruyla taşıyan bile var. Bakalım daha neler göreceğiz?!



Bakına bakına giderken otelimize varıyoruz. Otelin çevresi de güzel, otel de. Ho Chi Minh İzmir'e mi benziyor diye geçiriyorum aklımdan. Nehir kenarında olduğumuz içindir belki. Hava da kararınca pek anlayamıyorum gerçek yüzünü. Karnımız aç, yorgunluk var. Valizleri bırakıyoruz, yemeğe gidiyoruz. Millet üzerini değişmiş, makyaj filan yapmış. Benim aklıma bile gelmiyor. Fakat yemeği merak ediyorum. Gelmeden önce yemekler hakkında biraz okudum. Güzel yemekler yiyeceğiz diye düşünüyorum. Gittiğimiz restoran gayet güzel. Bir bahçe içerisinde iki katlı bir yapı. Rehberin söylediğine göre Fransız döneminden kalma bir yapıymış. Masa çok güzel hazırlanmış. Menümüz epey zengin. Bir yandan içecek seçmeye çalışıyoruz, bir yandan grup kaynaşmaya başlıyor. Yanımda oturan hanımı bir yerden tanır gibi oluyorum. Siz nereden katılıyorsunuz, peki ya siz derken içecek siparişlerini almaya geliyor garson. Çoğunluk bira istiyor. Saigon red mi saigon special mi karar vermek zor. Garsoncağız birşeyler anlatmaya çalışıyor İngilizce, ama telaffuzunu anlamak mümkün değil. O bizi anlamıyor, biz onu anlamıyoruz, geçinip gidiyoruz. Getirdiği biralara razı geliyoruz. Hiç de kötü değil. Saigon red için acı dedi ama yok öyle bir şey. Gayet güzel bir bira. Yanımdaki üç kişi kırmızı şarap alıyor. Kadehlerimiz kalkıyor ve yemek de başlıyor. Açız ya! Sofrada ince ince dilimlenmiş sarımsak, doğranmış acı biber, tereyağı ve ekmek var. Neyin ne işe yarayacağını bilmeden tereyağını ekmeğe sürüp sarımsakla yiyoruz.




Ortaya taze spring roll'ları getirip bırakıyor. Birer küçük kasede sirkeli bir sos. Birer tas da çorba. Cümleten o sosun o çorbaya döküleceğine karar veriyoruz. Bolcana da acı biber dolduran var. Offff! Neresinden tutsan yanarsın. Acı biber adamı uçuruyor, az atmak lazımmış öğrendik. Sos da roll'lar içinmiş, onu da garsonun tepkisinden anladık. "Olmadı şimdi!" der gibi... Dersimizi aldık. Bundan sonrasında sora sora ilerliyoruz. Et orta, kızarmış levrek ve acılı mürekkep balığı gayet güzel. Yanında noodle mı getirdi pilav mı hatırlamıyorum. Fakat 14 kişiye tek bir garsonun baktığını gayet iyi hatırlıyorum. Yavaş yavaş, sakin sakin işini yapıyor. Önce birinin boş tabağını alıyor, tepsiye götürüyor bırakıyor, geri dönüyor, yanındaki kişinin boş tabağını alıyor, tepsiye götürüp bırakıyor. Tekrar dönüyor ve bu işlem 14 kez tekrarlanıyor. Sonra 14 kez çorba kaseleri, 14 kez yemek tabakları ve 14 kez de tatlı tabakları için sürüp gidiyor. Hep güler yüzle, hep saygı ile, hiç acele etmeden... Biz de dalmış garsonu izliyoruz. Tatlı da pek fiyakalı... Alevde muz kızartıp sıcak sıcak servis ediyorlar. Bizim garson sadece servisini yapıyor. Kızartan başkası. Velhasıl karnımız doyuyor da gözümüz eh... Giderken önce ben çıkıyorum ve sokağı inceliyorum. Yanda bir ana okul. Tabelanın altında İngilizce de yazıyor, oradan anlıyorum. Yoksa tek bir kelime anlamak mümkün değil. Enteresan! Her şey latin harfleriyle yazılmış. Okuyorsun okumasına da ortak kelime sıfır. Çünkü bütün kelimeler tek heceden oluşuyor. Sanki anlayacak gibi okuyorum. Phố yazıyor da, nasıl okunuyor? Şapka üzeri kâhkül gibi maşallah. Ama kelimeyi bir yerden hatırlıyorum. Bir yemek adıydı bu. Hangisi hatırlamıyorum. Yanında yazana çok gülüyorum. Tabela şöyle: Phố Cà Phê. Fo Kafe diyor bu yahu! Vietnamcayı da söküyorum ya helal olsun. Kendi kendime eğleniyorum, sokakla bütünleşiyorum.

Otele dönüyoruz, ama içeri girmiyoruz. Azıcık dolaşalım diyoruz. Otelin etrafında geziniyoruz. Komşu oteller de pek güzel. Nehrin kordon boyu... Saigon nehri. Karşıya geçip nehre bakalım mı diye konuşuyoruz, fakat sinek sürüleri gibi hareket eden motorlardan karşıya geçebilmek pek olanaklı gözükmüyor. Vazgeçiyoruz. Bulunduğumuz kaldırımda ilerliyoruz. 200-300 m sonra köşeye gelince ilk karşıya geçme deneyimini mecburen yaşıyoruz. Başarılı bir girişimle kendimizi karşı köşede buluyoruz. Bir meydana geliyoruz. Gençler motorların üzerinde oturmuşlar lak lak yapıyorlar. Meydanda her nevi seyyar satıcı hiç anlamadığımız bir takım yiyecekler satıyorlar. Sattıklarını alan yerli halk yerden taş çatlasın 20 cm yüksekliğindeki plastik taburelere adeta tünüyorlar. Yani o tabure olmasa da aynı şekilde çömelecek de, işte azıcık yükünü alsın ve daha uzun süre oturabilsin diye tabureye çömeliyorlar.  Çocuklar havaya o ışıklı zımbırtılardan fırlatıyorlar, koşup yakalıyorlar. Turistler mütemadiyen selfiliyorlar. Binanın biri demin maviydi, şimdi kırmızıya dönmüş. Bir ara bizim köprü de öyle yanar dönerliydi. Minik bisikletleriyle dolanan çocuklar, motorunun üzerine ters olarak binip ayağını uzatıp meydanı seyre dalan adamlar, yerde oturan sokak satıcıları, başka bir dünya var burada...




Meydanın sonuna kadar gidiyoruz. En dipte aydınlatılmış bir bina görüyoruz. Resmi bir binaya benziyor, fakat ne binası olduğunu anlayamıyoruz. Önünde Ho Chi Minh'in heykeli... Istanbul'a dönünce bakıyorum ne binasıymış diye: 1900'lerin başında Fransızlar tarafından kolonyal stilde inşa edilmiş, şu anda halk komitesi yani meclis binası olarak kullanılıyor. Gençler meydandaki çimlere oturmuş, sessizce sohbet ediyorlar. Bir iki fotoğraf çekip otele dönüyoruz.


Evdekilerle konuşuyoruz. Lisa diyor ki: Anne Nil'in anneannesi de Vietnam'a gitmiş. Belki orada karşılaşırsınız. Diyor ve benim jeton düşüyor. Nasıl da hatırlayamadım? Ama o da beni hatırlayamadı düşünceleri arasında perde kapanıyor...