6 Mart 2018 Salı

Günaydın Ho Chi Minh City...


Telefon sesi...

Bir de üstüne alarm...

Saat 6.30. Offf... İstanbul'da daha saat 2.30. Bu saatte nasıl kalkılır? İstanbul'u unut dostum. Başka bir alemdesin. Bir süre burada kalacaksın. Saatlere alışsan iyi edersin. Peki, tamam diye biten kendimle yürüttüğüm diyalog sonunda paşa paşa kalkıp perdeyi açıyorum. Şu otel perdelerine dokunmak ayrı bir diyalog konusu da, oraya girmeyelim. Manzara karşı bina. Dandik yani. Nehir tarafına bakan var mıdır diye geçiyor aklımdan, ama soracak değilim. Hazırlanıp kahvaltıya iniyoruz. Salon dolu. Açık büfe müthiş, ama bende iş yok. Hala üzerimden muşmulalığı atamamışken o balıklar, noodle'lar, sushi'ler nasıl yenir? Bu sabah bildiğimden gideyim yarın sabah düşünürüz deyip, peynir, İtalyan salamı, ekmek filan alıyorum. Meyveli, yulaflı yoğurt nefis. Hele sunumları çok şeker. Küçük kavanozcuklara envai çeşit meyve ile kat kat rengarenk doldurmuşlar. Ananaslısından alıyorum. Bir tabak da meyve... Daha önce hiç dragon fruit denememiştim. Ya da belki yıllar önce Çin'de yemiş olabilirim, ama hatırlamıyorum. Zaten matah değil. Fakat passion fruit harika. Ekşi ekşi ama çok sevdim. Çapraz masada Avrupalı bir çift de passion fruit yiyor, ama tutkunun dozunu biraz kaçırmışlar. Her biri tam 6 tane almış, tutku üstüne tutku yiyorlar karşılıklı. Ürtiker olacaklar yeminle. Kendi kendime gülümsüyorum.

Tura çıkmak üzere lobby'de buluşuyoruz. Ve Tülay hanım bana, ben Tülay hanıma mahcup... Ne ben onu tanıdım, ne o beni! Lisa söylemese fark etmeyeceğim. Nil'in anneannesiyle aynı turdayız. Tesadüfün iğne deliği. Üstelik evine filan da gitmişliğim var, ama hafıza problemim malum had safhada. Hep beraber gülüşüyoruz.

Sekize doğru biniyoruz otobüse. Rehber ön koltuklara dönüşümlü olarak binmemizi tembihliyor. Kim bilir kimler bu yüzden kavga ettiyse! Zaten istemem, yüreğim kaldırmaz bu trafiği. Gideceğimiz yer Cu Chi tünelleri. Bir de yerel rehberimiz var. Adını unuttum. Hatırlamak mümkün değil. Hım mıdır nedir?! Tuhaf isimler. Keşke yazsaydım... Nihayet yol boyu Vietnam ve Ho Chi Minh City hakkında bir şeyler anlatıyor bizimki. Akşamdan anlatsaydı unuturuz diye mi düşündü acep?! 7 sene rehberlik yaptım. Tecrübeme dayanarak söylüyorum. Bir bilgi ancak bir kaç tekrardan sonra akılda kalıyor. Sen akşam anlat, sabah bir daha anlatırsın. Hem de zenginleştirerek anlatırsın. Adamın iştahı yok anlatmaya ki! Google'dan mı indirmiş ne, oradan okuyor. Verdiği tüm sayı bilgileri, istatistiki bilgiler küsuratlı. Sanırsın ezberlemiş. Neyse Cu Chi tünellerine varıyoruz.



Tüneller çok ilginç. Ağaçlı bir arazinin altına köstebek yuvaları gibi tüneller ve odalar kazarak yeraltı şehri inşa etmişler. Neden mi? Hayatta kalabilmek için. Kendilerini savunabilmek için.



Bu millet asırlar boyu istilacılarla uğraşmış. Ne Çinlisi-Japonu kalmış, ne Fransızı, ne Amerikalısı... Dünyanın öbür ucundaki bir milletten ne istersin ki? 1945-70 yılları arasında kazdıkları bu tünellerde Amerikalılardan saklanmışlar. Aşağıda mutfaktan kilere, sağlık biriminden tuvalete kadar her şey mevcut. Fakat tüneller esasen öyle dar ki bizim sığmamız mümkün değil. Sonradan bir bölümünü turistlerin ziyaret edebilmesi için genişletmişler de ancak sığdık. Ördek pozisyonunda çömelerek, kafanı da öne eğerek yürüyebiliyorsun. Ya da sürünerek... Vietnamlılar bu tünellerde günlerini geçirmiş zavallıcıklar.



Amerikalının yöntemi ise bombardıman. Adi herifler! Zaten tünellere sığmaları mümkün değil. Geçip gittikleri yerlerin altında Vietnamlılar dolanıyor aslında. Havalandırma delikleri öyle akıllıca kazılmış ki fark edilmiyorlar. Amerikan uçaklarından atılan bombaların bazıları patlamamış, Vietnamlılar bunları toplayıp Amerikalılara karşı kullanıyorlar. Amerikalıların parçalanmış kamyon lastiklerinden ayakkabı yapmışlar; böylece toprakta kalan izler ayırt edilemiyorlar. Ve dahası psikolojik yıpratma taktikleriyle Amerikalılara karşı tuzaklar hazırlıyorlar. Tuzaklarda yaralananları bıraksalar vicdan azabı duyacaklar, alsalar ilerlemelerine engel olacaklar. Sonunda Amerika pes ediyor. Ama bu süreçte ne çok insan ölüyor.

Esasen mücadele kapitalizm ile komünizm arasında. Amerika'nın yıkmaya, ortadan kaldırmaya çalıştığı şey komünist rejim. Fakat yine de başaramıyor. Mevcut rejim sosyalist cumhuriyet. Ülkede dini inanç yok, ama saygı var, eşitlik var. Doğaya saygı da en az insana saygı kadar önemli. Batının yaptığı gibi doğaya hükmetmeye çalışmıyor, kendini doğanın bir parçası olarak görüyor. Böyle ülkelere geldiğim zaman yeniden insan olduğumu hatırlıyorum.

Tünellere veda ediyoruz ve tekrar otobüslere biniyoruz. Bu defa savaş gazilerinin ve onların evlatlarının çalıştıkları bir atölyede duruyoruz. Yaptıkları tabloların ana malzemesi ördek yumurtası kabuğu. Vallahi öyle...


Tabloların yapım aşamalarını izliyoruz. Kabuk parçalarını figürlerin içine yapıştırıp ezerek kırıyorlar. Yer yer sedef gibi farklı malzemeler de kullanarak renklendiriyorlar. Dolgu gereken bölgeleri doldurduktan sonra elle zımparalayarak parlatıyorlar. Sonuç bir tür lake etkisi veriyor. Sevdim.


Artık yavaş yavaş acıkma hissi baş gösteriyor. Öğlen yemeği tura dahil değil. Önce uyumak istediklerinden tura katılmamış olan geçleri gidip otelden alıyoruz, sonra yerel rehberin önerdiği restorana gidiyoruz. Fakat yemek süresi 45 dakika. Bu sürede restoranda yemek çok saçma. Biz girmiyoruz. Bizim gibi çoğu sağa sola saçılıyor. Yan sokağa dalıyoruz. Bir iki yere göz attıktan sonra üst katta balkonlu malkonlu bir yeri gözüme kestiriyorum. Yukarı çıkıyoruz. Gayet güzel. Çekik gözlülerin yemek yediği bir yer. Menüyü alıyoruz. Her zamanki gibi paylaşmak üzere iki tabak yemek sipariş ediyoruz. Biri sulu, biri kuru. İkisi de birbirinden lezzetli çıkıyor. Bata çıka yeyip üç kuruş ödeyip çıkıyoruz. Restorandakiler tabi ki zamanında çıkamıyorlar. Çıktıklarında da suratlar asık. Maalesef memnun kalmıyorlar.

Öğleden sonra turu, şu tur acentalarının panoramik şehir turu dedikleri türden aslında. Fakat neyse ki yanımızda yerel rehber var da Ho Chi Minh City'yi doğru dürüst geziyoruz. Bizimkine kalsa bir şey yok orada deyip bırakacak. Yerel rehber sayesinde hem savaş müzesini hem de başkanlık sarayını enine boyuna dolaşıyoruz. Kendi adıma söyleyeyim: Bilinçleniyorum. Vietnam tarihi bir trajedi. İnsanın insana yaptığı bu eziyet görülmemiş bir şey... 4 milyon Vietnamlı ölüyor. Nasıl mı? Tam 8 milyon ton bomba Vietnamlıların üzerine yağıyor. Sonrasında da napalm bombası etkileri yıllarca devam ediyor. 'Acent Orange' denilen kimyasallar 400.000 kişinin sakat doğmasına yol açıyor. Öyle sıradan sakatlıklar değil. Hilkat garibeleri geliyor dünyaya. Yahudi soykırımından neredeyse farksız. Dehşete düşüyorum. İçimde katliam yapan tüm canilere karşı uyanan nefretle, bir kez daha savaşları lanetliyorum. Savaş müzesinde gördüğüm görüntülerin bazıları yüreğime su serpiyor. Tüm dünya milletleri o yıllarda kınama mesajları yayınlıyor, mitingler yapılıyor; ama nafile. Amerika gözü dönmüş halde bombalıyor. Ve bunu Amerika başka coğrafyalarda halen yapmaya devam ediyor.


Merhamet duygularımla vicdanım el ele dolaşırlarken savaşlar niye diye defalarca soruyorum. Cevap bulamıyorum. Bu tarifsiz duygularla Fransız yapımı postaneyi içerden, kilise ve opera binasını da dışarıdan geziyorum. Etrafımı her ayrıntısıyla izlerken savaşları biraz olsun unutuyorum. Günlük hayata odaklanıyorum. Omuzlarında taşıdıkları kefeler, kefelerin içindekiler, kefeleri taşıyanlar ve kefeleri taşıyanların başındaki şapkalar çok estetik, egzotik ve eksantrik. Fakat ne yaptımsa istediğim kalitede bir fotoğraf yakalayamıyorum. Sebebini biliyorum... Bir dahaki sefere!

Böylece tur sona eriyor. Herkes yorgun. Ben de dahil. Otele gidip biraz dinlenmek istiyorum. Ama zaman yok. Sadece 45 dakika için odaya çıkıyoruz. Akşam için enteresan bir program var. Katılsak mı katılmasak mı diye düşündüğümüz vakit hiç yorgun değildik, ayarladık. Şimdi zor geliyor tabi. Fakat program hakikaten çok sıkı. O yüzden azıcık tazelenip çıkıyoruz...



Hiç yorum yok: