3 Mart 2018 Cumartesi

Bir yolculuk daha başlıyor...


Oraya gidelim, buraya gidelim derken şu Asya kıtasını bir türlü gezemiyoruz. İçimizde ukde olmuş, habire gidelim diye debeleniyoruz, yine gidemiyoruz. Yıllar önce bir tek Çin'e gitmişliğimiz var, o kadar! Bu defa başarıyoruz. İsteğimiz aslında acenteyle gitmeme yönünde, ama zamansızlık ve sabır yoksunluğu nedeniyle bir tura yazılıyoruz. İsim vermiyorum. Çünkü henüz bloğuma reklam almaya başlamadım ;)
21 şubat çarşamba gecesi hareket. Valizimi çarşamba sabahı yapıyorum. Ay, bi zor bi zor geliyor, anlatamam. Şubatta yazlık valiz hazırlamak 220 voltla çalışan cihazı 110 volt prize takmak gibi bir şey. Regülatör lazım valla. Yahu ben yazın ne giyiyordum? Bir de, akşamları da soğuk oluyormuş dediler, beni perişan ettiler. Biraz yazlık, biraz baharlık, bir tane de kalın koyayım, haydi bir de mayo atayım, havlusuz olmaz, güneş kremi, sinek kovucu, kaşıntı pomadı, terlikti ayakkabıydı derken valizi bir tartıyorum: 18 kg, onu da bırak valiz patlamak üzere. Yani oradan kazara bir pirinç tanesi alsam sığmayacak, o derece! Aman boşver, ben de almayıveririm diyorum ve valizi kapatıyorum. Hazırım. En önemli şey fotoğraf makinesi; tekrar kontrol ediyorum. Şarj kablosu, yedek pil ve hafıza kartı... Hepsi tamam. Kitap için karar veremiyorum. Yarısına kadar okumuş olduğum ve devam etmek istediğim "Kurtlarla Koşan Kadınlar"ı mı alayım, yoksa kitap grubum için okuyacağım Latife Tekin'in "Sevgili Arsız Ölüm"ünü mü alayım? Latife Tekin'i dönünce okurum deyip, Kurtlarla Koşan Kadınları atıyorum çantaya. Bitirebilirsem çok iyi olur. Çantada kalem var mı diye de kontrol ediyorum: 2 tane var. Güzel. Yavaş yavaş havaya girmeye başlıyorum. Pasaport tamam, para işleri tamam. Az zaman kaldı, 2 saat, 1 saat derken Lisa'yı yatırıp çıkıyoruz. Yol boş. Koştura koştura gidiyoruz ve erkenden varıyoruz. Olsun. Rehberle tanışıp zarflarımızı teslim alıyoruz. Biraz lounge'da oyalanıyoruz veeee... Boarding zamanı!
...
Aaaa... Koca paragraf yazmışım, nereye gittiğim belli değil, iyi mi?! Asya'ya da nereye?
İstikamet Vietnam aslında, ama şu turların tek ülkeyle yetinmemesi yüzünden mecburen Kamboçya'ya da geçeceğiz.
...
Ho Chi Minh uçağına biniyoruz. Uçuş gece saat 2.40'ta tam zamanında kalkıyor. Nasıl uykum var, kafamı koysam uyuyacağım. Fakat o saatte içimde bir kazıntı. Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum olmuyor.  Film seyretmek istemiyorum. Kitap okumak da istemiyorum. Uyumak istiyorum, ama midemdeki kazıntıdan uyku tutmuyor. Birden yemek dağıtmaya başladıklarını görerek seviniyorum. O yemeği yediğim gibi, koltuğu az yatırıyorum: Horrrr!!! Gözümü açtığımda on saatlik uçuştan geriye sadece bir buçuk saat kalıyor. Şahane! Bir kahve, bir kahvaltı, hooop varıyoruz. Hem de nasıl geçtiğini hiç anlamadan. Ho Chi Minh City'de saat 16.50, bizden dört saat ileri. Havaalanında rehberi nasıl bulacağız bilmiyorum. Ben yüzünü bile hatırlamıyorum. Sakallı mıydı neydi? Grup dersen, kimseyi tanımıyoruz. Dışarı çıkınca turun adının yazılı olduğu bir karton arıyorum ve vallahi işte orada! Çekik gözlü adam da beni bulduğuna seviniyor. Daha rehber filan ortada yok. Bir çift daha geliyor arkamızdan. Dışarıda beklemeye başlıyoruz. Hava sıcaklığını ancak o zaman idrak ediyorum. Bayağı sıcak. Benim elimde koca mont. Almasam olmaz; evden uçağa varana kadar donarım. Alınca da bak bu sıcakta elimde koca montla dolaşıyorum. Valizde pirinç tanesine yer yok. Neyse bunu dert edecek değilim ya! Asıyorum montu sırt çantamın kenarına unutuyorum meseleyi.

Biraz sonra grup rehberle birlikte topluca içeriden çıkıyor. Meğer onlar içeride toplanmışlar, bizi arıyorlar. Tanışıyoruz. 14 kişiyiz. Otobüsümüze biniyoruz. Otele doğru yola koyuluyoruz. Merakla yolu izliyorum. Şehrin içine doğru girmeye başladıkça trafik artıyor. Aaaa...  Onlarca motosiklet... Aklıma Çin'deki bisikletler geliyor. Burada bisiklet tek tük. Her yer motosiklet. Vızır vızır. İnanılır gibi değil.




Şunlara bak: Bir iki yaşında çocuğu ortalarına oturtmuşlar, gidiyorlar. Aaaa, bak bak... Şunlar da bütün aile binmiş. En öndeki boşlukta bir küçük çocuk ayakta gidiyor, babası motoru kullanıyor, arkasında ablası, en arkada da annesi. Şaka gibi! Bunun gibi ne görüntüler?! Adam torbaları motorun önüne asmış, birinde 15-20 yumurta, öbüründe küçük ekmekler, göremediğim yada anlamadığım bir sürü torba... Çoğunun sırtında çantası. Kadın motor sürücülerinin sırtları dimdik. Bir tane kambur duran yok. Kendimi motorun üzerinde düşünüyorum. Mümkün değil o şekilde durabilmem. Acaba bunların kültürlerinde Tai Chi var mıdır diye geçiveriyor aklımdan. Yaşı daha ileri kadınlardan da motor kullananlar var. Hatta bebeğini motorda kanguruyla taşıyan bile var. Bakalım daha neler göreceğiz?!



Bakına bakına giderken otelimize varıyoruz. Otelin çevresi de güzel, otel de. Ho Chi Minh İzmir'e mi benziyor diye geçiriyorum aklımdan. Nehir kenarında olduğumuz içindir belki. Hava da kararınca pek anlayamıyorum gerçek yüzünü. Karnımız aç, yorgunluk var. Valizleri bırakıyoruz, yemeğe gidiyoruz. Millet üzerini değişmiş, makyaj filan yapmış. Benim aklıma bile gelmiyor. Fakat yemeği merak ediyorum. Gelmeden önce yemekler hakkında biraz okudum. Güzel yemekler yiyeceğiz diye düşünüyorum. Gittiğimiz restoran gayet güzel. Bir bahçe içerisinde iki katlı bir yapı. Rehberin söylediğine göre Fransız döneminden kalma bir yapıymış. Masa çok güzel hazırlanmış. Menümüz epey zengin. Bir yandan içecek seçmeye çalışıyoruz, bir yandan grup kaynaşmaya başlıyor. Yanımda oturan hanımı bir yerden tanır gibi oluyorum. Siz nereden katılıyorsunuz, peki ya siz derken içecek siparişlerini almaya geliyor garson. Çoğunluk bira istiyor. Saigon red mi saigon special mi karar vermek zor. Garsoncağız birşeyler anlatmaya çalışıyor İngilizce, ama telaffuzunu anlamak mümkün değil. O bizi anlamıyor, biz onu anlamıyoruz, geçinip gidiyoruz. Getirdiği biralara razı geliyoruz. Hiç de kötü değil. Saigon red için acı dedi ama yok öyle bir şey. Gayet güzel bir bira. Yanımdaki üç kişi kırmızı şarap alıyor. Kadehlerimiz kalkıyor ve yemek de başlıyor. Açız ya! Sofrada ince ince dilimlenmiş sarımsak, doğranmış acı biber, tereyağı ve ekmek var. Neyin ne işe yarayacağını bilmeden tereyağını ekmeğe sürüp sarımsakla yiyoruz.




Ortaya taze spring roll'ları getirip bırakıyor. Birer küçük kasede sirkeli bir sos. Birer tas da çorba. Cümleten o sosun o çorbaya döküleceğine karar veriyoruz. Bolcana da acı biber dolduran var. Offff! Neresinden tutsan yanarsın. Acı biber adamı uçuruyor, az atmak lazımmış öğrendik. Sos da roll'lar içinmiş, onu da garsonun tepkisinden anladık. "Olmadı şimdi!" der gibi... Dersimizi aldık. Bundan sonrasında sora sora ilerliyoruz. Et orta, kızarmış levrek ve acılı mürekkep balığı gayet güzel. Yanında noodle mı getirdi pilav mı hatırlamıyorum. Fakat 14 kişiye tek bir garsonun baktığını gayet iyi hatırlıyorum. Yavaş yavaş, sakin sakin işini yapıyor. Önce birinin boş tabağını alıyor, tepsiye götürüyor bırakıyor, geri dönüyor, yanındaki kişinin boş tabağını alıyor, tepsiye götürüp bırakıyor. Tekrar dönüyor ve bu işlem 14 kez tekrarlanıyor. Sonra 14 kez çorba kaseleri, 14 kez yemek tabakları ve 14 kez de tatlı tabakları için sürüp gidiyor. Hep güler yüzle, hep saygı ile, hiç acele etmeden... Biz de dalmış garsonu izliyoruz. Tatlı da pek fiyakalı... Alevde muz kızartıp sıcak sıcak servis ediyorlar. Bizim garson sadece servisini yapıyor. Kızartan başkası. Velhasıl karnımız doyuyor da gözümüz eh... Giderken önce ben çıkıyorum ve sokağı inceliyorum. Yanda bir ana okul. Tabelanın altında İngilizce de yazıyor, oradan anlıyorum. Yoksa tek bir kelime anlamak mümkün değil. Enteresan! Her şey latin harfleriyle yazılmış. Okuyorsun okumasına da ortak kelime sıfır. Çünkü bütün kelimeler tek heceden oluşuyor. Sanki anlayacak gibi okuyorum. Phố yazıyor da, nasıl okunuyor? Şapka üzeri kâhkül gibi maşallah. Ama kelimeyi bir yerden hatırlıyorum. Bir yemek adıydı bu. Hangisi hatırlamıyorum. Yanında yazana çok gülüyorum. Tabela şöyle: Phố Cà Phê. Fo Kafe diyor bu yahu! Vietnamcayı da söküyorum ya helal olsun. Kendi kendime eğleniyorum, sokakla bütünleşiyorum.

Otele dönüyoruz, ama içeri girmiyoruz. Azıcık dolaşalım diyoruz. Otelin etrafında geziniyoruz. Komşu oteller de pek güzel. Nehrin kordon boyu... Saigon nehri. Karşıya geçip nehre bakalım mı diye konuşuyoruz, fakat sinek sürüleri gibi hareket eden motorlardan karşıya geçebilmek pek olanaklı gözükmüyor. Vazgeçiyoruz. Bulunduğumuz kaldırımda ilerliyoruz. 200-300 m sonra köşeye gelince ilk karşıya geçme deneyimini mecburen yaşıyoruz. Başarılı bir girişimle kendimizi karşı köşede buluyoruz. Bir meydana geliyoruz. Gençler motorların üzerinde oturmuşlar lak lak yapıyorlar. Meydanda her nevi seyyar satıcı hiç anlamadığımız bir takım yiyecekler satıyorlar. Sattıklarını alan yerli halk yerden taş çatlasın 20 cm yüksekliğindeki plastik taburelere adeta tünüyorlar. Yani o tabure olmasa da aynı şekilde çömelecek de, işte azıcık yükünü alsın ve daha uzun süre oturabilsin diye tabureye çömeliyorlar.  Çocuklar havaya o ışıklı zımbırtılardan fırlatıyorlar, koşup yakalıyorlar. Turistler mütemadiyen selfiliyorlar. Binanın biri demin maviydi, şimdi kırmızıya dönmüş. Bir ara bizim köprü de öyle yanar dönerliydi. Minik bisikletleriyle dolanan çocuklar, motorunun üzerine ters olarak binip ayağını uzatıp meydanı seyre dalan adamlar, yerde oturan sokak satıcıları, başka bir dünya var burada...




Meydanın sonuna kadar gidiyoruz. En dipte aydınlatılmış bir bina görüyoruz. Resmi bir binaya benziyor, fakat ne binası olduğunu anlayamıyoruz. Önünde Ho Chi Minh'in heykeli... Istanbul'a dönünce bakıyorum ne binasıymış diye: 1900'lerin başında Fransızlar tarafından kolonyal stilde inşa edilmiş, şu anda halk komitesi yani meclis binası olarak kullanılıyor. Gençler meydandaki çimlere oturmuş, sessizce sohbet ediyorlar. Bir iki fotoğraf çekip otele dönüyoruz.


Evdekilerle konuşuyoruz. Lisa diyor ki: Anne Nil'in anneannesi de Vietnam'a gitmiş. Belki orada karşılaşırsınız. Diyor ve benim jeton düşüyor. Nasıl da hatırlayamadım? Ama o da beni hatırlayamadı düşünceleri arasında perde kapanıyor...



Hiç yorum yok: