31 Aralık 2023 Pazar

YENİ YILA BİR KALA...




Birkaç yıl önce yazdığım "Hikayemi sevdim" başlıklı yazımı bugün tekrar okudum. O günden bugüne çok şey değişti. Ama hayat bana hep hediyeleriyle geldi. Hani bir dizi izlemeye başlarsın da, gelecek bölümü heyecanla, merakla beklersin. İşte hayata olan heyecanım tıpkı böyle. O yazımdan bir paragrafı tekrar paylaşmak istiyorum:

"Sevmeyi sevdim. Sevgiyle bakmayı, anlayışlı olmayı, kırmamayı, özen göstermeyi, özverili olmayı, dokunmayı, sırtını sıvazlayıp yüreklendirmeyi, birlikte gülmeyi, paylaşmayı, tutkuyu, coşkuyu, sarılmayı, alırken vermeyi, güzelliklerin tadını çıkarmayı, anlar biriktirmeyi çok sevdim."

Geçip giden her günün ardından şükran duyuyorum. Gelecek günlere ise içimde açılan sevgi pencerelerinden bakıyorum. Tüm gündemler evrende yıldız savaşları gibi tozu dumana katarken, ben kurtarılmış bölgemin sükûnetinde hikayem için şükrediyorum. 

Önüme çözülmek üzere çıkan tüm düğümler bir çırpıda çözülsün, açılmak üzere olan tüm kapılar açılsın. Özenle besleyip büyüttüğüm sevgi ağacımın meyveleri tüm dünyaya yayılsın, tohumları filizlensin, yeni ağaçlara dönüşsün.

Huzur, aşk, sağlık, bolluk, bereket yeni yıla damgasını vursun, hep bizimle olsun ❤️

8 Aralık 2023 Cuma

Zeytin



Hayatımın ilk elli yılında siyah zeytini de, yeşil zeytini de çarşı pazardan alınan bir şey olarak bildim. Elbette zeytin ağacından haberdardım, neye benzediğini gayet iyi biliyordum. Fakat 2020 yılına kadar ne bir zeytinliğe girmişliğim vardı, ne de zeytin dalından nasıl toplanır - nasıl salamura yapılır - hangi işlemlerden geçer haberim vardı. Hele zeytinyağı! Sanki yalnız İtalya’da varmış da buradakiler uydurukmuş gibi gelirdi. Bugüne kadar çok zeytinler tattım. Kimini çok sevdim, kimini biraz acı kimini yumuşak ya da kalın derili buldum. Ama zeytinin yolculuğuna şahit olmaya başladığımdan beridir her bir zeytin ağacına, hatta her bir zeytin tanesine bize sunduğu şahane deneyimler için şükran duyuyorum. 

Her şey o ağacın tepesine çıkmamla başladı... 

Çocukluğumdan beri ağaçlara çıkmayı çok sevmişimdir. Bizim yazlığın arka bahçesinde incirin tepesindeki maceralarımı sık sık hatırlarım. O incir bizim üzerine oturmamıza izin verirdi. Şekli tam çocuklara göreydi. Tırmanıp birinci katın balkonuna kadar çıkar, oradan boyumuzun yettiği incirleri yerdik. Tabi incirler olgunlaşana kadar kim bilir kaç ham incir yemişizdir?! 

Bu defa başka bir yazlığın arka bahçesinde bulunan zeytin ağacının tepesiydi söz konusu olan. İzmir’de sevdiceğimin annesinin yazlığında üzerimde kırmızı eşofman, elimde kova ağaca dayalı oynak merdivene çıkıp zeytin topladım 2020 yılının sonbaharında. Topladıklarım yeşildi. O sıralar zeytine dair hiçbir şey bilmiyordum. Çekiçte olacakmış onlar: Ne demekse?! Meğer zeytin daldan toplanınca acı bir şeymiş. Tatlandırılması gerekmiş. O gün topladıklarımızı şişenin dibiyle kırdık. Takip eden günlerde sularını değiştire değiştire tatlandırdık. Yeterince tatlandığına kanaat getirince üzerine biraz kaya tuzu ilave ettik. Bu aşamaları izlerken, ben henüz daha zeytinin çooook uzağındaydım. Bir yabancıydım. Dalda kalanların daha kararacaklarından habersizdim. Yeşil zeytinin ağacı başka, siyah zeytininki başka sanıyordum. Yağlık zeytin, sofralık zeytin mefhumu ise yanımdan bile geçmiyordu.

Yazlığın arkasındaki üç ağaçla başlayan zeytin serüvenim zeytinlikteki bilmemkaç ağaç destanına doğru evrilmeye yine o yıl başladı. Günler geçtikçe zeytinler olgunlaştı, karardı. Tozlu sandıklarım en güzelleriymiş meğer. En saf, en temiz, en tadına doyulmayacak olanlar o tozlu olanlarmış. Zamanla öğrendim. İçine kurt düştü müydü kaybediyorlar saflıklarını. Tıpkı insan gibi. O içimizi kemiren, zihnimizi lekeleyen, bizi geceleri uyutmayan kurtlar zeytini de mahvediyorlarmış.

O zamandan beri gidip geliyoruz zeytinliğe. Her mevsim yapacak iş var burada. Burada diyorum çünkü şu an zeytinlikten naklen yazıyorum bu satırları. Birkaç gündür bilfiil çalışıyoruz. Yağmurların yağıp zeytinlerin şişmesini beklemiştik. Yağmurdan sonra yere düşenlerle, henüz dalda duran yağlık zeytinleri topladık. Yağ fabrikasına götürüp yağ aldık. Aynı fabrikaya bundan üç yıl önce gittiğimde büyülenmiştim. Çuval çuval zeytinler sıraya girmiş sıkılmayı bekliyorlardı. Biz de çuvallarımızı traktörle göndermiş, peşlerinden gitmiştik o zaman. İlk kez zeytin sıkım tesisi gördüğümden her aşamasını seyre dalmıştım. Ama en muhteşem şeyin beni içeride beklediğinden habersizdim. Tesisin içine girdiğimde duyduğum koku beni sarhoş etmeye yetmişti. Sanırım hayatımda duyduğum en güzel kokulardan biriydi. O kokunun sarhoşluğunu üzerimden atmadan üzerine yeni bir sarhoşluk eklendi. Uzağa gitmeden zeytinliğe geri dönüp yeni sıkılmış bulanık yağı taze ekmeğin üzerine döküp yeyince yerden havalanmış olabilirim.

Artık zeytin ağaçlarına ve zeytine başka türlü bakıyorum. Ağaçlar bazen mutlular, bazen tatsız. Olsun. Onlarla aynı dili konuşmayı her geçen gün biraz daha öğreniyorum. Sofralık zeytinleri şişelere doldurup tatlanmalarını beklemek, saldıkları siyah suların içinde kararmalarını gözlemlemek, ara ara tatlarına bakmak, gazlarını çıkarmak, onları yiyeceğimiz zamana kadar çalkalayıp durmak çok zevkli oldu benim için. Şehirli hayatından çıkıp doğanın nimetlerini görmeye başlamak beni çok dönüştürdü. Doğanın sabrını kendime adapte etmeye başladım.

Zeytinler toplandıktan sonra da yapacak çok iş var. Başta ağaçları budamak ve yeni sezona hazırlamak gerek. O işi sevdiceğim yaparken ortalıkta bir sürü dal yaprak birikiyor. Onları temizlemek benim işim. Tırmık en büyük yardımcım. Yazın kurumuş olan otlarla birlikte ortalığa saçılmış dalları toparlamak, dağılmış evi toplamak gibi bir şey. Bir başak kadını olarak temizlik yapmayı hep sevmişimdir. Sanki ruhum da temizleniyor. Ruhuma iyi gelen bu ortamın her köşesini dört mevsim keşfetmek çok zevkli.

Çok sevdiğim bu işleri yaparken ara ara karnımız da acıkıyor tabi. İşte o fasıl da ayrı bir zevk. Budanmış dal ve yapraklarla yaktığımız ateş pişireceğimiz sucuklar için bir ön hazırlık. Ateş insanı büyülüyor. İçimizdeki olası bütün negatif duyguları yakıp yok ediyor. Rahatlatıyor, ısıtıyor, dönüştürüyor.

Yine anlatacak çok şey var. Saatlerce yazmam mümkün. Fakat sanırım yaşamayı yazmaktan çok seviyorum. O yüzden bugünlük yazmaya ara verip yaşamayı seçiyorum.  Zeytinlikten selamlar...





19 Kasım 2023 Pazar

TANGO & SALSA



Şekil 1’de görülen benim ponçikler bir süredir felaket derecede agresif, huysuz ve hırçın hareketlerde bulunuyorlar. Beni ısırıp tırmalıyorlar, kendilerini oradan oraya atıp ortalığı yıkıyorlar. Şımarık oldular dedik. Serseri bunlar dedik. Sokak kedisi ancak bu kadar ehlileşiyor dedik. Bunların doğası böyleymiş dedik. 

Bu arada bin türlü mama değiştirdim. Ölmeyecek kadar yiyorlar, gerisini ortalığa saçıyorlar. Evde envai çeşit kuru mama stoku oluştu. Yok, nafile... Doğru dürüst karınlarını doyurmuyorlar. Mamaların hepsini süpürge yiyor. Kediler yemiyor. Yaş mamayı seviyorlar, fakat birader ona da can dayanmaz. Kuru mama ile karıştırınca belki daha ekonomik olur dedim. Yok, yaş mamaları yiyorlar, kurularını yine bırakıyorlar. Sırf yaş mama vermeye kalksam, kelimenin tam manasıyla sermayeyi kediye yükleyeceğiz. Ben kendime bir kuruş harcamazken, çocuklara tasarruflu olmalarını anlatmaya çalışırken kedilere laf anlatamıyoruz. Ne dolardan anlıyorlar, ne enflasyondan, ne zamlardan.

Birkaç gün önce, bari bunlara bir yemek pişireyim de bir deneyeyim; belki yerler dedim. Avuç içi kadar kıyma, bir küçük patates, bir küçük havuç, biraz zeytinyağı, bir büyük bardak suyu kaynattım. Eski bilgilerime dayanarak soğan, sarımsak ya da tuz filan koymadım. Kediler için iyi değilmiş. Piştikten sonra bir güzel blender’dan geçirdim. Azıcık ılındıktan sonra yarım kepçe kadar bir kaba döktüm. Koydum önlerine. Daha da yemezseniz semerinizi yiyin tripleriyle... Benden bu kadar kardeşim. Sizin siniriniz kime? Daha ne yapayım? Siz sinirliyseniz ben de menopozdayım. Uğraşamayacağım sizin sinirinizle!

O yemeği bir yediler... var ya!!! Saniyede yalayıp yuttular ikisi de ve etrafımda yalvarırcasına tur atmaya başladılar. Bir kepçe daha döktüm kaba, onu da çarçabuk bitirdiler ve azıcık sakinlediler. Baktım, olan yemek olsa olsa bir bilemedin iki öğün ancak yetecek. Ee, sonra ne yapacağız? Ertesi gün gittim BİM’e. Şansa çorbalık bir tavuk paketi hazırlamışlar. 1kg 200gr kemikli, derili, ciğerli tavuk parçaları. İçinde uzun zamandır rastlamadığım tavuk boğazları filan da var. Havada kaptım. Eve geldim, hepsini düdüklüye attım. Üzerine su ilave edip pişirdim. Şahane bir tavuk suyu oldu. Pişen tavukları kaba kemiklerden ayırdım. İnce kemikleri ve kıkırdakları bıraktım. İçine yine patates ve havuç doğrayarak tekrar pişirdim. Düdüklü ateşteyken Lisa okuldan geldi. Düdüklüyü görünce burada ne pişiyor diye sordu. Uzun uzun anlattım. 1-2 saat sonra ablası geldi. O da düdüklüde ne var diye sorunca Lisa cevap verdi:

Kedi maması!

Bakıştık, gülüştük tabi. Sonra o yemeği de blender’dan geçirdim ve kavanozlara bölüştürüp buzdolabına kaldırdım. Neredeyse bir haftadır bir kaba kuru mamadan, diğer kaba aşçı başının spesyalitelerinden koyuyorum. Meğer olay buymuş: Tango anne yemeği yemek istiyormuş! Ben diyordum bu insan olmak istiyor diye... Bana vermeyin bu içinde ne idüğü belirsiz kedi mamalarından diyormuş. Şimdi Tango anne yemeği yiyor, Salsa kedi maması. Herkes yerini bilsin. Üstelik Tango kuru mamadan yemediği için, öncesinde Salsa da yemiyordu. Abim yemiyorsa bir bildiği vardır mı diyordu, yoksa anca beraber kanca beraber mi diyordu bilmiyorum ama Tango’nun karnı doymaya başladığından beridir Salsa da kuru mamadan yemeğe başladı.

Dahası  karınları doyduğu için huzura ve sükûnete erdiler. Bir ponçik oldular... Bir pamuk oldular...! Ne ısırma kaldı, ne tırmalama.

Allah açlıkla sınamasın! 🙏




17 Kasım 2023 Cuma

Muhtar

Geçen gün pazara filan gittim. Eve döndüğümde kapımda PTT’den gelen bir not yapıştırıldığını gördüm. Muhattap adı Taylin İ. diye biri. Sulh.Huk.Mah. diye de bir ibare var. Hayırdır inşallah!

Aldı beni bir düşünce... Kimdir bu Taylin? Sulh hukuk mahkemesiyle ne işim olur? Yanlış mı geldi? Yalnışsa eğer Taylin kim? Yok eğer bana geldiyse bu evraka bir an önce ulaşmak lazım... Filan derken güvenliği aradım. Dedim böyle böyle. Kimdir bu Taylin? Burada bu isimde biri yaşamıyor dedi güvenlik. Ee ne yapacağız öyleyse? Saat 16.00dan sonra muhtardan alınız diyor kağıtta. Tamam, şimdi geç oldu. Yarın gideyim muhtara da neymiş mesele anlayalım dedim. Evrak bana değil de Taylin denen kişiye aitse o da müşkül durumda kalmasın.

Çarşamba günü sevdiceğimle birlikte doğru muhtara... Durumu anlattım. Önce Taylin siz değilseniz boşverin dedi. Yok dedim, olmaz. Sizde kaydı varsa kim olduğunu bulalım da belki önemli bir evraktır. Kendisine haber verelim dedim. Peki dedi muhtar hanım. Açtı bilgisayarı. Buldu Taylin hanımın kayıtlarını. Telefonu var deyince, atladım. Arayın isterseniz dedim. Numarayı yazınca, telefonunda adı çıktı. Aa bu bizim Taylin, gümüşçü dedi. Görüşüp böyle bir evrak olduğunu, hayırsever bir komşunun -o ben oluyorum- gelen bildirim kağıdını getirdiğini filan anlattı. Neticede iş çözüldü. Esas hikaye şimdi başlıyor.

Muhtarın odası raflarca ve yığınlarca tasnif edilmemiş kitap dolu. Bu kitaplar ne dedim. Bunları getirip buraya bağışlıyorlar, ben de isteyenlere ödünç veriyorum dedi. Ataşehir halkının bundan tam olarak haberi yok. Üstelik alan bazen geri getiriyor bazen getirmiyor. Artık geri getirenleri tanıyorum, onlara istedikleri kadar veriyorum; getirmeyecek olanlara seçici davranıyorum dedi. E bu kadar kitabın arasında neyin nerede olduğunu nasıl bulursunuz ki filan derken, aklıma bu kitapları bilgisayar ortamına aktarıp kayıt tutma fikri geldi. Üzerine biraz konuştuk. Bu arada laf lafı açtı. Eski muhtardan evrakları devralırken Ataşehir’in Emlak Bankası zamanındaki ilk inşaat fotoğraflarının slaytları da eline geçmiş. Bunun üzerine muhtar Leyla Yeşim Saylan hanım kendi imkanlarıyla Ataşehir’in kuruluş tarihini anlatan bir kitapçık bastırmış. O anlatırken aklıma önce Kelebek Mobilya’da Ataşehir ikinci etaplardaki mutfak, banyo, gömme dolap montajlarını takip ettiğim günler, sonra da mimarlık fakültesinde Ataşehir toplu konut projesi için dizimize kadar çizme giyip balçıkların içinde traktörlerin tepesinde yaptığımız tespitler geldi. Anlattım. 

Velhasıl yarım saat kadar sohbet ettikten sonra eve döndük. Öyle mi yapsak, böyle mi yapsak derken tablete ücretsiz “Benim Kütüphanem” uygulamasını indirdik, evdeki kitaplarla birkaç deneme yaptıktan sonra güzel bir uygulama olduğuna kanaat getirdikten sonra Cuma günü soluğu muhtarda aldık. Tabi şaşırdı kadın. Önce bir kahve ikram edeyim dedi. Biz uygulamayı anlatıp hemen işe girişince kahve mahve yalan oldu. Kitaplar bir güzel, bir keyifli... Her gördüğümüz kitaba “aa bu da varmış, aa bu da güzel” diye diye 1 saatte 95 tane kitabı adıyla, yazarıyla, yayınevi ve sayfa sayısıyla, hatta kapaklarıyla kaydettik.

Biz kitapları kaydederken bir hanım ve bir bey kitap ödünç almaya geldiler. Michel Ende’nin Momo adlı kitabını aldılar. Muhtar hanım bizi takdim edince sohbet başladı. Bu kadar kitabı nasıl kaydedeceksiniz şeklinde caydırma operasyonu düzenledilerse de yılmadan işimize devam ettik. Muhtar hanım o bir saatin içinde bize baktıkça düşündü durdu ve sonunda belediyeden kitaplar için konteyner istemeye karar verdi.

Uzun vadede ne olur bilmiyorum, fakat bizim için kitaplarla ve sürprizlerle dolu eğlenceli ve hoş bir aktivite oldu. İmkan olursa sürdürmeyi çok isteriz. Oradan çıkarken kayda aldıklarımızdan üç kitapla eve döndük. Bir dahaki gidişimizde geri götürüp yenilerini alabilme olanağımız doğdu. Evrenin ne için olduğunu bilmediğim bu sürprizlerine bayılıyorum. Her birini ucundan yakalayıp izini sürmek benim için zevkli bir oyun. Bakalım neler olacak?!

13 Kasım 2023 Pazartesi

NE BEKLİYORUZ?

Yazıma başlamadan önce, bu blogu daha iyi nasıl görüntüleyebilirsiniz, biraz ona bakalım. Çoğumuz cep telefonundan giriş yapıyoruz. Açılan blog görünümü beyaz. Oysa ki blogun orijinali yani web sürümü gayet renkli. Sayfayı aşağı doğru kaydırdığınızda "Web sürümünü görüntüle" ibaresine tıklarsanız orijinal görünüme ulaşabilirsiniz. İyi okumalar...

...

Yıllar önce karşılaştığım ilginç bir kavramdı “Biyomimikri “.

Yunanca hayat anlamına gelen ‘bios’ ve taklit anlamına gelen ‘mimesis’ sözcüklerinden oluşan Biyomimikri, hayatı taklit etmek anlamına geliyormuş. Daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir dünya yaratma amacıyla doğanın tasarım ve süreçlerini taklit eden bir yaklaşım diyorlar. Doğayı yaratıcı bir şekilde inceleyerek yeni ürün ve hizmetler geliştirmeye yarayan biyomimikri, günümüzde mimarlık, mühendislik, elektronik ve şehircilik gibi birçok farklı alanda uygulanıyormuş. Yapılan Biyomimetik uygulamalardan bazıları şöyleymiş:

- Dulavrat otunun dikenli yapısı, ona dokunan nesnelere kolaylıkla tutunmasını sağlar. Velcro bantları, yani nam_ı diğer cırt cırtlar, işte dulavrat otundan esinlenerek tasarlanmışlar. 

- Yarasalar, görme yetileri zayıf canlılardır. Genellikle geceleri hareket eden yarasalar, yönlerini bulmak için etrafa titreşimler yayarlar. Bu titreşimler etraftaki engellere çarparak geri döner. Yarasalar da böylelikle yönlerini belirler. Bu yöntemden esinlenerek geliştirilen radarların çalışması da aynı prensibe dayanıyormuş.

- Kabuklu bir deniz canlısı olan Nautilius, suya dalmak istediğinde bünyesinde bulunan odacıkları su ile doldurur. Yüzeye çıkmak istediğinde ise ürettiği özel bir gazla bu odacıkları doldurarak suyu dışarı atar. Nautiliusun davranışından esinlenilerek tasarlanan denizaltılar da aynı yöntemi kullanıyorlarmış. Denizaltılara yapılan dalış odalarının içine su doldurularak suya dalınır; suyun boşaltılmasında ise su motorları kullanılırmış.


Biyomimikri alanında yapılan çalışmalar çok fazla. Termitlerden esinlenilerek çöl iklimine uygun yapılar; Yalıçapkını kuşundan esinlenilerek hızlı trenler; kambur balinanın kaba yüzgeçlerinden esinlenerek rüzgar tribünleri ve daha niceleri tasarlanmıştır, tasarlanmaktadır. Bu tasarımların hayata geçirilebilmesi için hibrid çalışmalar yürütülmektedir. Zoologlar, biyologlar, fizikçiler, kimyagerler, mühendisler, mimarlar akademik ortamlarda bir araya gelerek inovatif fikirler ortaya koymaktadırlar. Her gün yepyeni ürünler geliştirilmekte; geliştirilen teknolojik ürünlerin tasarımsal anlamda yüksek verim sağlaması, sürdürülebilirlik ilkesine uyması ve evrensel değerlere sahip olması önemsenmektedir.

Buraya kadar, prensipte doğadan ilham alan, bilimin ışığında ilerleyen ve dünyada hepi topu 20-25 yıllık bir geçmişi olan Biyomimikri kavramına kısaca değindim. Esas anlatmak istediğim şey başka! Biyomimikri cebimizde dursun bakalım...

Machu Picchu, And Dağları, Perù
Fotoğraf: Sara Handeli 

And Dağlarında ve Amazon’da yaşayan kızılderili şamanlar, bin yıldır doğanın hizmetkarlığını itina ile üstlenmişler ve bilgelik öğretilerini kötüye kullanmak isteyen şarlatanlara karşı özenle muhafaza etmişler. Hastalıkları nasıl tedavi edeceklerini öğrenmişler, alışılmışın dışında sağlıklı bedenlerin yaratılmasına yardımcı olmuşlar. Başka coğrafyalarda nehirler, ormanlar, hayvanlar sömürülürken ve tüketim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kaynaklar olarak değerlendirilirken; yerliler doğanın dişil güçlerine sahip çıkmaya çalışmışlar. Çünkü onlar dünya ile uyum içerisinde yaşadıkça Büyük Ana’nın onlara geçimleri için yardımcı olacağına inanmışlar. 

Şamanlar bilgeliği ararlar, öğrenirler, öğretirler. Atalarından aldıkları miras onların güç ve erdem sahibi insanlar haline gelmelerine ve yeryüzü bekçileri olma  yolunda emin adımlarla ilerlemelerine yardımcı olur. Peki bu insanlar, yerliler, kızılderili şamanlar öğretilerinde nereden ilham alıyorlar? Tıpkı biyomimikri dalında olduğu gibi doğadan ve bizimle aynı gezegeni paylaşan diğer canlılardan tabi ki! Ancak aralarındaki en önemli fark şu: Biyomimikri uzmanları doğadaki neden sonuç ilişkilerini referans alıyor, yasalara ve kuramlara bağlı kalıyorlar. And Dağlarında yaşayan şamanlar ise kurallara ya da fikirlere göre yaşamıyorlar. Dünyalarını değiştirmek isterlerse yeni yasalar koymuyor ya da yeni kuramlar oluşturmuyorlar. Bunun yerine sorunu algılama biçimlerini değiştiriyorlar. Algılarını değiştirerek karşılaştıkları zorluğu bir fırsata dönüştürüyorlar. Olayları öyle bir biçimde deneyimlemeyi öğrenmişlerdir ki yaşamı artık kişisel algılamıyorlar. Olaylar sizin başınıza gelmezler; yalnızca olurlar. 

Yağmur siz ıslanasınız diye yağmaz; sadece yağar.

Algılarını değiştirirken sahip olmaları gereken güçleri ve yetenekleri temsil eden hayvanları örnek alıyorlar. Bunun için örnek aldıkları hayvanları iyi tanımaları gerekiyor: Yılan, jaguar, sinekkuşu, kartal.

Bu dört hayvanı algının dört düzeyi olarak görüyorlar. Bakalım algının dört düzeyi neymiş?!

Yılan birinci düzeydir. Her şeyin olduğu gibi görüldüğü düzey. Yılanın algısını kullanarak önümüzdeki bir nesneyi görebilir, duyabilir, koklayabilir, dokunabiliriz. Diğer bir deyişle, fiziksel varlığını duyularımızı kullanarak algılarız. Yılan düzeyinde, sorunlar da oldukları gibi görünürler. Başımız ağrıyorsa ilaç alırız. Çocuk zıplayıp duruyorsa yaramazdır. Bir tür neden sonuç ilişkisi gibi. Sorunların derinine inmeyiz. Sadece fiziksel çözümler bulmaya çalışırız. İşimizi, arabamızı değiştirmek, yeni bir iş ortağı bulmak, yeni bir eve taşınmak ya da yeni bir ilişki yaşamak...

Bu şekilde sorunların çözüleceğine inanırız. Fakat bu davranış biçimiyle ne kendi duygularımızı ne de diğerlerininkileri göremeyiz. Faturaların ödenmesi, çocukların okula götürülmesi, gündelik ev işlerinin yapılması düzeyinde bu bakış açısı gerekli olabilir. Böylece basitçe yapılması gerekeni yaparız.

Yılanın içgüdüleri ise, biz henüz bilincine varmadan bizi tehlikeye karşı uyarır. Hayatidir. Bazen bir kişi ya da yer hakkında kötü bir hisse kapılırız. Nedenini bilmeden oradan kaçarız. Çoğu zaman ise kendi içgüdülerimize güvenmek yerine tehlikelerden korunmak için silahları yığar, çitler inşa ederiz.

Bir sonraki algı düzeyi jaguardır. Bu düzeyde gerçekliğimizi zihin yorumlar. İnançlar, fikirler ve duygular zihnin üretimleri olurlar. Jaguarın içgüdüleri yılanınkinden farklıdır. Tartar, değerlendirir ve aniden saldırır. Biz de jaguarın gözünden baktığımızda yılan düzeyine kıyasla çok daha fazlasını algılayabilir, sonuç olarak da çok daha fazla çözüm üretebiliriz. Bir ağrı kesiciyle yetinmeyip altında yatan nedenleri araştırabiliriz. Ya da çocuğa yaramaz yaftası vurup cezalandırmadan önce ona koşup oynayabileceği ortamlar sağlayarak ya da beslenme ve uyku düzeninde iyileştirmeler yaparak sorunu  çözmeye çalışabiliriz.

Sinekkuşu düzeyi üçüncü düzeydir. Sinekkuşu, çok küçük olmasına rağmen her yıl Kanada’dan Brezilya’ya yaptığı göçte binlerce millik yolu kat etmektedir. Bu yolculuk boyunca yön duygusunu ve ilerleme arzusunu hiç kaybetmez. Bu yolculuk için yeterince yiyeceği ya da gücünün olup olmadığını aklının ucuna bile getirmez. Sinekkuşunun temsil ettiği alan canın kutsal yolculuğudur. İnsanın yolculuğu kutsaldır. Bu yolculukta bizimle birlikte olan hane halkı da kutsaldır. Ev dediğimiz şey başımızın üzerindeki çatıdan ibaret değildir, o bir yuvadır. Eşimiz evdeki görevleri paylaştığımız ve çocuk yetiştirmekle ilintili görev bölümü yaptığımız kişi değildir. Çıktığımız o muazzam yolculuk için seçtiğimiz yoldaşımız, yol arkadaşımızdır.

Sinekkuşu düzeyinde konuşmaların derinlerine iner ve ardındaki mesajları duyarız. Mecazlar bize farklı bakış açıları sunar. Baş ağrısı tuttuğunda, kafamda hangi düşünceler sıkışıp kaldı diye düşünebiliriz. Ya da  daha gerilere gidip belki de mutsuzlukla ilişkilendirebiliriz. Baş ağrılarına bir son vermek üzere mutsuzluğa sebep olan ortamı terk etme kararı alabiliriz. Sebep ne olursa olsun, baş  ağrılarını, ruhu tedavi ederek iyileştirebiliriz. Bizi sağlığa götürecek yolları görürüz ve şifa verici bir yolculuğa çıkarız.

Dördüncü ve son algı düzeyi ise kartalınkidir. Kartal, vadi boyunca süzülürken ağaçları, kayaları, nehri ve hatta yeryüzünün kıvrımlarını görebilir. Hatta kendinden 600 metre aşağıdaki bir fareyi de fark edebilir. Resmin tamamını ve ufacık parçalarını görebilme yeteneği, aynı zamanda ruh düzeyini temsil eder. Parça-bütün ilişkisini kurabilen birey kendini bütünden kopuk algılamaz. Bir ve bütün olduğunu gördükçe sınırlar ortadan kalkar. Madde önemini yitirir. Bir yandan sorunu görürüz, yeryüzündeki kirliliği mesela. Diğer yanda bu kirliliği oluşturan plastik atıklardan neden vazgeçmediğimizi sorgularız. Çocuğumuzu yaptığı yaramazlıklar yüzünden cezalandırmak yerine, diğer insanlara saygı duymayı öğretip öğretmediğimizi ve ona nasıl örnek olduğumuzu düşünürüz. Ancak kartal düzeyinin en üst noktalarında gerçek anlamda barışın ve güzelliğin kendisi olup diğer insanlarla aramızda bir ayrım olduğunu düşünmeyi bırakırız. 

Algının dört düzeyi hakkında söyleyecek çok şey var. Yılanı, jaguarı, sinekkuşunu ve kartalı tanıdıkça, özelliklerini araştırıp özümsedikçe, tıpkı biyomimikrinin doğayı örnek aldığı gibi biz de kendimize paylar biçebiliriz. En azından çaba harcayabiliriz. Şaman öğretileri bunu bin yıldır yapıyor. İnsan olmak için ne bekliyoruz? Biz doğanın bir parçasıyız. Biz doğanın ta kendisiyiz!






     


6 Kasım 2023 Pazartesi

AFTER YANG




Geçen akşam TRT2’de konusuna bakarak izlemeye karar verdiğimiz YANG'DAN SONRA isimli film bana o kadar çok şey düşündürdü ki bunların bir kısmını not etmeye karar verdim. Film Kogonada tarafından yazılan, yönetilen ve düzenlenen 2021 Amerikan yapımı bilimkurgu drama filmi olarak kayıtlara geçmiş. Başrolde Colin Farell oynuyor. Bu tür bilimkurgu filmlerinden ve kitaplarından hoşlandığımı beni tanıyanlar da az çok bilirler. Tabi gerçekten bilimkurgu mu orası tartışılır. Ancak bizi Kogonada ile tanıştırması bakımından çok isabetli bir seçim oldu. Tekrar söyleme ihtiyacı duyuyorum. Buradaki amacım sanatsal ya da senaryo ve oyunculuklar açısından filmi değerlendirmek değil. Bana düşündürdüklerini ya da yaptığı çağrışımları not etmek istiyorum. Tabi bunu yaparken spoiler vereceğimi de unutmamak gerekiyor. 




Filmdeki aile evlat edindikleri Çinli çocuklarının bakımı için kardeş android adı altında yapay zeka ile çalışan bir robot alıyorlar. Yine Çinli bir çehreye sahip olan bu robotun adı Yang. Robot aynı zamanda çocuğun tüm kültürel ve duygusal ihtiyaçlarını da karşılayabilecek kadar gelişmiş bir altyapıya sahip. Ancak çok kısa bir süre sonra arızalanıyor ve uykuya geçiyor. Baba, robotun arızasını gidermek üzere birkaç yere başvuruyor. Bu arada bu androide robot demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Eski tabirle robot dendiği zaman, kendisine tanımlanmış işi kesik ve mekanik hareketlerle gören bir makine canlanıyor gözümüzün önünde. Ancak günümüzde yapay zeka ile çalışan android robotlar bir makinenin çok ötesinde verilerle çalışıyor ve bununla da kalmayıp bir insan gibi çapraşık birçok olaydan dersler çıkarıp öğreniyor. Zamanda ardışık, mekanda bitişik olan birçok durum ve olay yapay zekaya veri sağlıyor, öğrenmesine katkıda bulunuyor. Tüm androidler bir çehreye sahip olmayabiliyor. İnsan görünümlü olmayan birçok yapay zeka olduğunu ve bunların çeşitli alanlarda çalıştığını biliyoruz.


İşte insan görünümlü android Yang’ın arızasını gidermek üzere yola çıkan baba bir şekilde bu robotun belleğindeki anı kayıtlarına ulaşıyor ve onları izlemeye başlıyor. Robotun ilk evinde gördüğü sevgi ortamı onun yapay zekasının şekillenmesinde öyle etkili oluyor ki robot aşık bile oluyor. İşte tam bu noktada benim hayal gücüm devreye giriyor. Buradan sonra filmi anlatmayı bırakıp kendi kendime konuşmaya başlıyorum.

Dünyanın neresine gidersek gidelim, böyle sevgi dolu ortamlar o kadar az ve nadir ki bir robotun katıksız sevgiyi öğrenmesi mümkün mü? Halen savaşların, güç ve gövde gösterilerinin sürdüğü, iktidarı elde tutmak için her yola başvurduğu, bilgi kirliliğinin televizyon, sosyal medya ve daha birçok toplu iletişim araçlarında yayıldığı, dolandırıcılıkların her an özel alanlarımızda pusuda beklediği, kavga-haset-intikam gibi duyguların kol gezdiği, tahammülsüzlüğün başrolde olduğu günümüz dünyasında bu androidler sevgiyi kimden öğrenebilirler ki? Onları programlayacak olanlar, androidlerin programlarına hangi sevgi formüllerini adapte edecekler? Bu formülleri kimler biliyor da androidlere öğretecekler? Çocuklarımıza öğretemediğimiz sevgiyi androidlere mi öğreteceğiz?

Çocuk eğer sevgi ve saygı dolu bir ailede doğarsa, sevgiyi ve saygıyı öğrenebilir. O halde bir android de, bu filmde olduğu gibi, ancak sevgi dolu bir aile ortamında sevgiye dair bilgiler edinebilir. Bu güne kadar sevgiyi bir bilgi olarak kabul etmemiştik belki de. Sevgi pek çoğumuz için bir duygu olarak kabul edilir. Ancak bir bilgi olarak görüldüğünde öğrenilebilir olduğunu da söyleyebiliriz. Peki, o zaman insanlık neden bu bilgiyi öğrenmemek için direniyor? Erk ve güç kaybedeceğini mi düşünüyor? Ne kadar yanıldığını insanoğluna kim söyleyecek? Sevgi bir ütopya mı? Sevgi elde edilmesi imkansız bir bilgi mi? 

Sevgi her yerde. Sevgi bir çiçekte, bulutta, yağmur damlasında, bir kedide, ağaçta, elmada, meleyen bir kuzuda, kelebekte, nemli toprakta, sallanan bir salıncakta, uçan kuşta, dağda bayırda, denizlerde, göllerde, hastaya şifa veren ellerde, toprakla buluşan tohumda, bir bardak suda, öpücükte, bir mesajda, burnumuza gelen hoş bir kokuda, müzikte ve gerçekten her yerde. Ona ulaşmak çok kolay. Sevginin nesnesi bizi kuşatan dış dünyada, ama daha da önemlisi kaynağı içimizde, yani öznesi biziz. Yeter ki onu arayıp bulmaya gönüllü olalım. Bunları bize hatırlatan nice şarkılar, türküler yazıldı. Biz her gün bu şarkıları, türküleri  bir radyo programında ya da bir yerlerde duyuveriyoruz ve kendimizi eşlik ederken buluyoruz. Fakat çoğu zaman öznesi "ben" olan sevgiyi beslemeyi unutuyoruz.

Ben çok şanslıyım. Etrafımda çok sevdiğim ve beni seven insanlar, ailem ve arkadaşlarım var. Evet, şanslıyım. Ama bu şansımı değerlendirmek ve bana bahşedilmiş olan bu şansı iyi bir şekilde kullanmak benim seçtiğim bir yol. Bu yolu seçmemiş olabilirdim. Ama sevgi yolunu bir özne olarak ben seçtim. Öznenin en büyük özelliği yüklemi üstlenmesidir, yani eylemdir. Etrafımda olup biten pek çok kötülüğü görüyorum, farkındayım ve bilerek isteyerek ben diğer yolu seçiyorum: Sevgi yolunu. Bir kez sevgi yolunu seçtin mi artık diğer yollar devre dışı kalıyor. O yolda da çukurlar, çıkmazlar, aşılması zor dönemeçler var. Ancak içimde bana yol gösteren kılavuz, sevgi denen o bilgi ile kodlanmışsa diğer kötü yollar ekranımda gözükmüyor bile. Böylece ben de bir ütopyanın içinde yol alıyorum. Kendimce kendime yarattığım bir masal dünyasının içinde yüzüyorum. Bu gerçeklikten kopuş değil, gerçekliğin hangi görünümlerini seçtiğimle ilgili bir tercih. Bu dünyada yaşayacaksam böyle yaşamak istiyorum ve her yanımı sevgiyle açan çiçeklerle süsleyip rengarenk katmanlara dönüştürüyorum. 

Biliyorum, filmi anlatıyordum. Birden kendimi anlatmaya başladım. Ama başta da söylemiştim. Niyetim filmin bana düşündürdüklerini not etmekti. Bunu da yaptım. Daha fazlası için filmi izleyiniz. Buraya kadar okuduysanız, sevgi yolumda bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim...




 

22 Ekim 2023 Pazar

CADI



 

Bir zamanlar “Cadı” olarak görülen kadınların aslında hiçbir sihirli güçleri yoktu. Sadece bazı şeyleri diğerlerinden daha iyi görebiliyorlardı. Daha doğrusu, herşeyleri oldukları gibi görebilme yetisine sahiptiler. Çünkü,doğuştan ne gözlerinde ne de zihinlerinde filtreleri yoktu. Bu, onlar için belki bir hediye, belki de bir lanetti.

Bizler, bu filtreleri taşıdığımızın farkında bile değiliz. Hatta bu filtrelerin neler olduğunun bile farkında değiliz. Etrafımız tarafından kabul görmek için, doğruymuş gibi görünmek için, olmak zorunda olduğumuz kişi gibi olmaya çalıştığımız için verdiğimiz tavizler yetmiyormuş gibi, bir de bunlara kendimizi inandırıyoruz.

Cadılar, filtrelerinin olmaması sebebi veya sonucunda korkmuyorlardı: Ne yalnızlıktan, ne de sessizlikten. Boş sohbetlerden uzak dururlarken, diğerleriyle birlikte aynı sahnede tiyatro yapmaktan kaçınıyorlardı ve çok farklı bir role sahiptiler.Bu yüzden yalnızlığa mahkumdular. 

Doğruları söyleyenlerden korkulduğu gibi, yalnızlardan da korkulur. Onları duymamazlığa, görmemezliğe gelmek suçlamanın ya da yok saymanın en kolay yoludur. Bugün hâlâ bu cadılardan bulunmaktadır. Dahası onları yakıp yok etmek isteyenler de mevcudiyetlerini sürdürmektedirler.

Cadılar soru sorar, anlamak ister, itiraz eder, kendi akıl ve mantıklarıyla düşünürler. Gölgelerini keşfetmekten korkmazlar. Kusurlarını itiraf ederler. İsteklerini dile getirirler.

Yaşasın Cadılar!


Alıntı

20 Ekim 2023 Cuma

SÜPÜRGE

 


Bilge ninelerimiz, kadın atalarımız süpürme eyleminin çok eski bir arınma, temizlenme yöntemi, hatta bazen bir tür kurtuluş ya da azat etme, serbest bırakma veya özgürleşme pratiği olduğunu öğretmişlerdir.

Bir kadın ortalığı süpürmeye başladığı zaman, mekânın enerjisini de temizleyip düzenler. Ve aynı zamanda kendi yüreğine de çekidüzen verir. Yüreğine çekidüzen vermek demek onu düzeltmek, sevginin titreşimleriyle uyumlu hale getirmek demektir.

Çalı süpürgesinin kullanıldığı dönemlerde o süpürge,enerjilerin bir yerden bir yere aktarılması için kullanılırdı: Bazen arzu edilen etkilerin eve dolması istendiği için, bazen de istenmeyen enerjilerin dışarı atılması için...

Olur da kendini kızgın hissedersen, kızgınlığını süpür gitsin.

Ya da kıskanç hissedersen, kıskançlığını süpür.

Endişeli hissedersen, endişelerini süpür.

Değersiz hissedersen, yerle bir olmuş motivasyonunu süpür, gitsin!

Süpür ki, bilincinle yönlendirdiğin o süpürge, yüreğine çekidüzen versin ve senin güç kaynağına dönüşsün.

Alıntı

17 Ekim 2023 Salı

UYANIŞ

Bugün, harika bir yazı okudum. Yazı İtalyanca idi. O kadar beğendim ki onu tercüme etmeye koyuldum. Metin zordu, söylediklerine tam olarak vâkıf olup anlam kayması yaratmadan tercüme etmek gerçekten çok zordu. Fakat yaşanmışlıklarla harmanlandığında anlamak hiç de zor değil. Eğer uyanış nedir, aşk nedir biliyorsanız, derinlerden bir yerlerden bu kavramlara aşinaysanız bu yazıyı mutlaka okuyun. Bilmiyorsanız ya da aşka inanmıyorsanız da okuyun. Belki geçmişten, belki gelecekten, belki de şimdilerden bir şeyler anlatacaktır. En azından bir tohum ekip büyütmenize vesile olacaktır.


er uyanış yolunda olan birini yanında istiyorsan, bunun çok cesur bir seçim olduğunu bilmek zorundasın. Uçurumların kıyısında dolaşma cesareti gösterirken, merkezinde kalma istikrarına da sahip olmalısın. Kendi kırılganlıklarını gözlemlerken, inkâr ettiğin yönlerini de yeniden gözden geçirmelisin. Çünkü o, zaman zaman gerçek bir öğretmen gibi, sana en derin yaralarını hatırlatmaktan kaçınmayacaktır. Bu hamlelerinin arkasında elbette aşk olacaktır, ama bu arada üzerine kat kat giyindiğin o sahte kıyafetleri çekip çıkaracaktır.


Seni kendine bağlamaktansa, iyi bir kılavuzun yapacağı gibi, sana özgürlüğün yollarını gösterecektir. Ve sen kendini terkedilmiş ya da reddedilmiş hissetmemek için güçlü olmak zorunda kalacaksın. Ayaklarının üzerine sağlam basmayı öğrenecek, hafifleyerek ilerleyebilmek için kendi üzerinde sıkı çalışman gerektiğini anlayacaksın. Terk edilme korkusu ile özgürlüğü hissetme arzusu ikileminde hesaplar yapmaya başlayacaksın.

O, uyanış yolunda sana kendi çıplak gerçekliğini gösterecek, ne ışığını ne de gölgesini açık etmekten korkmayacaktır. Ve sen de kendi karanlıklarının üzerine çok çalışmalısın ki birbirinize nüfuz ettiğinizde dengeniz bozulmasın.

Uyanmış biri, kendi bedenini dinleyecek ve eğer bir şeyler yolunda gitmiyorsa yolundaymış gibi yapmayacaktır. Fakat sen bu duruma hazırlıklı olmayabilirsin ve gafil avlanabilirsin. Bazen kendini bulmak için senden uzaklaşacak ve üstelik belki de bunu kibarca yapmayacaktır. Çünkü onun kendini sana sunabilmesi için kendiyle dopdolu olması gerektiğini bilecektir. Ve tam da o zamanlarda sen kendi kendine yetmeyi ve ona güvenmeyi öğreneceksin. O, bu gitmeleriyle sana kendi içgüdülerine ve gücüne güvenmeyi öğretecektir.

Eğer uyanış yolunda olan birini yanında istediysen, karanlık denizlerde yüzmeye hazır olmalısın, karanlığa ve seni yüzeye doğru götürecek olan ışığa güvenmelisin. Sadece oradan güzellikleri ve huzuru görebilirsin. Başkalarını seçmeden önce, kendini seçmelisin. 
Başkalarını sevmeden önce, kendini sevmelisin. 
Başkalarına tâbi olmadan kendine yetmelisin. 
Kaçmak yerine, kalmak zorundasın. 

Eğer uyanış yolunda olan birini seçtiysen, bil ki kendine bir armağan sunuyorsun. Çünkü o, seni olman gereken yere götürecektir. Kendi içindeki yere...

Çünkü o, senin amacına ulaşmış halinin ta kendisidir!

Monica Grando

1 Nisan 2023 Cumartesi

ÖRÜMCEK


Dün durup dururken hatırladım ve bunu yazmalıyım dedim. Ama neden yazmalıyım, nesini yazacağım bilmiyorum. Dur bakalım. Bir yerinden başlayayım...

Yıl 2009, mevsim yine yaz. O sene scrapbooking ile flört ettiğim, fotoğraflar, malzemeler, renkler ve boyalar ile oynaştığım, içlerinde kendimi kaybettiğim bir dönemdeyim. Buna çok ihtiyacım var. Günlük rutinlerden kendimi koparıp, başka alemlere ışınlanmak ve bunu yaratıcılığımın sınırlarında dolaşarak yapmak bana iyi geliyor. Dünyada bu konu ile ilgili kimler ne yapıyor ilgiyle takip ediyorum. Tarzını çok beğendiğim, işini adanmışlıkla yaptığını düşündüğüm Fló ile irtibata geçiyorum. Fló Fransa'da yaşıyor. Adını o güne kadar hiç duymadığım fransız şehri Montpelier'deki evinde bana bir haftalık eğitim vermeyi teklif ediyor. Ben de heyecanla kabul ediyorum. Otelde kalmama gerek olmadığını, evinde beni misafir edebileceğini söylüyor. Ve çok kısa bir süre içinde kendimi o evde buluyorum.

Tek katlı bahçe içindeki bu ev aynı zamanda Fló'nun atölyesi. Fló çalışırken kocası yemekleri pişiriyor, çeşit çeşit menüler hazırlıyor. Akşam saat 6'da dört çocuklu bu aile aperatif için salonda buluşuyor, sohbetler ediyor ve beni de sohbetlerine ortak ediyor. O sırada fırında pişen yemeğin kokuları da bize eşlik ediyor. Ardından yemekler yeniyor, sofra hep birlikte toplanıyor. Derken yatma vakti geliyor ve herkes odasına çekiliyor. Ben evin büyük kızı Lolita'nın odasında yatacağım. Pijamalarımı giyip yatağa uzanıyorum. Işığı kapatmadan önce günün muhasebesini yaparken gözlerim sağı solu tanımaya, ortama alışmaya çalışıyor. Ve işte o an olanlar oluyor!

Tam yastığın tavandaki izdüşümünde onunla karşılaşıyorum. Kocaman ipeksi bir ağın içine yerleşmiş -ben baktıkça devleşen- simsiyah bir örümcek. Ayıkla pirincin taşını! Tüylerim ürperiyor, dakikalar geçtikçe yazmış sıcakmış demeden titremelerim artıyor. Ben bu örümceğin altında nasıl uyuyabilirim ki? Ya harekete geçerse, ya ağından asansör yapıp benim üzerime inmeye karar verirse? Öyle ya! Benden müsade isteyecek değil. Burası onun da evi. Ben burada misafirim. O ise kimbilir ne zamandır o köşede kendi halinde yaşıyor. Belli ki bu güne kadar kimse ona ‘senin burada ne işin var’ dememiş. Bu ekosistemde herkes varlığını kendi bildiği gibi sürdürmeye devam etmiş. Acaba Lolita onun varlığından haberdar mı? Nasıl haberdar olmasın. Örümceğin evi tam yastığın üzerinde. Öldürmeye kalksam gece vakti çok ses çıkar. Belki de arkadaştırlar. Bu kadın bir cani ve benim örümceğimi öldürdü diyebilir benim için. Keşke bana bu konuda bilgi verseydi. Ne bileyim. Belki onun için özel bir anlamı vardır. Hani deneyimlerini benimle paylaşsaydı. Geceleri hareket etmez, rahat ol deseydi. Ama bu keşfi kendi kendime yapmak üzere o ağın altında yapayalnızım. Yastığı yatağın ayak ucuna mı koysam, salonda mı yatsam, dur bi tuvalete gideyim belki bir çözüm bulurum gibi beyin fırtınaları içinde bütün geceyi geçiriyorum. Alternatifler içinde otele gitmek de var tabi. Fakat onaltı yaşındaki bir genç kız odasını o örümcekle uzun zamandır paylaşmakta bir mahsur görmüyorsa bu fikre alışmam gerektiğine karar verip,gün ağarmadan uykuya direnmekten vazgeçiyorum.

Tam bir hafta... Her gece... Ne o bana, ne ben ona hiçbir müdahalede bulunmadık. Birbirimizin yaşam alanına hiçbir şekilde tecavüz etmedik. Birlikte ama yalnız yaşayabileceğimizi öğrendik. Fakat bu kabullenmişlik bizim ayrı dünyalardan olduğumuz gerçeğini de değiştirmedi. Bu durumdan kimseyi haberdar etmedik. Merak etmeme rağmen Lolita'ya hiçbir şey sormadım, stres ve endişe içinde geçen ilk gecemi anlatmadım. Sırrımı paylaşmadım. Yaşanan herşey benimle örümcek arasında kaldı...

29 Mart 2023 Çarşamba

LİMUZİN

 

Çoook uzun zaman oldu ve ben seni özledim…

Yazmak, anlatmak, paylaşmak istedim.

LİMUZİN

Onsekiz, bilemedin ondokuz yaşındaydım. İtalyan Lisesinin ve onun bende bıraktığı başarısızlık hissinin geride kaldığı yıllardı. Kazanacağıma dair kimsenin umudu olmadığı halde kazanmayı başardığım mimarlık fakültesinin bilmem kaçıncı sınıfında büro stajı dönemim yaklaşıyordu. Bir yandan da İtalyancamı unutmamak için, çekirdekten yetiştiğim baba mesleği olan rehberliği 16 yaşımdan beri sürdürüyordum. Paskalya’da, Noel’de ve yaz aylarında İtalyanlarla hem İstanbul’u geziyordum, hem güzel insanlarla keyifli sohbetler ediyordum, hem de lisede edindiğim bu lisanı pekiştiriyordum. İşte o günlerden birinde Hilton otelinden bir karı-koca ile klasik şehir turuna çıktık. Birlikte güzel bir gün geçirdik. Ertesi gün de müsait olup olmadığımı sordular. Maalesef değildim, başka bir turum vardı. Babamı aradım ve ona sordum. Babam müsaitti. O gün de boğaz turu yapacaklardı. Tabi aynı zamanda bol bol beni çekiştirmişler. Sicilya’da yaşayan bu çifte babam benim mimarlık ofisinde büro stajımın olduğunu, tanıdık birileri varsa oralarda bu stajı yapabileceğimi filan söylemiş. Onlar da gelsin, ayarlarız demişler. Şimdi arayı atlıyorum ve hoooop Sicilya’ya gidiyorum…

Palermo havaalanından beni karşılayacaklarını biliyorum. Ama nasıl, kim gelecek, ayrıntısını bilmiyorum. Bağajımı banttan alarak dışarıya doğru yürüyorum. Gümrük kapısından çıktıktan sonra üzerinde adım yazan bir kağıtla karşılaşıyorum. Kağıdı elinde tutan takım elbiseli bir beyefendi, kendisini tanımıyorum. Valizi benden alıyor ve kendi taşımaya başlıyor. Malum o zamanlar tekerlekli valizler henüz kullanımda değil. Dışarı çıkıyoruz, sağa dönüyoruz ve arabaya doğru bir miktar yürüyoruz. Mevsim yaz. Hava sıcak. Güneş yakıcı.

O yıllarda babamın mavi bir Renault Broadway arabası var. Ama benim kullanmamı pek istemiyor. Onun yerine bana bir teklifi var. Sen dört tekerleğin parasını biriktir, ben üstünü tamamlayıp sana araba alacağım diyor. Ben de rehberlikten kazandığım üç beş kuruştan dört tekerleğin parasını çıkarıyorum, gidip minik Serçe’yi alıyoruz. Yani benim bildiğim, alışık olduğum arabalar bunlar: Broadway, Serçe filan.

Palermo havaalanında da yanımda şoför, elinde valizim yürürken bu arabaların İtalyan karşılığı olan bir Fiat’a doğru gittiğimizi sanıyorum. Ya da doğal olarak bunu bekliyorum. Ve şoför duruyor. Ve bana arabanın kapısını açıyor. Açıyor açmasına da, bir yanlışlık olmalı! Kapısını açtığı araç siyah bir Limuzin.

Yahu nasıl olur?

Niye?

Neden beni almaya bir Limuzin gelir ki?

Saniyenin bilmem kaçta kaçında kafamın içinde oluşan fırtınalar beynimin bütün tozunu attırıyor. Beynimde o an oluşan çatlaklar halen varlığını sürdürüyor. Güleyim mi ağlayayım mı kestiremiyorum. Mecbur o Limuzin’e biniyorum. Nereye oturacağımı biri bana söylese keşke, ama kendim karar vermek zorundayım. Filmlerden edindiğim tecrübeye göre arka koltuğa atıyorum kendimi. Valizim nerede bilmiyorum. Umurumda da olduğunu sanmıyorum. Arkamdan kapı kapanıyor. Zindanda üzerine kapanan ağır bir demir kapı gibi…

Limuzin yavaşça yola çıkıyor. Ben arka pencereden dışarıya bakıyorum. İçerisi loş, güneşin ışıklarını penceredeki film tabakası kesiyor. O film tabakası sayesinde içerisi de görünmüyor. Buna çok seviniyorum. İyi ki beni görmüyorlar diye düşünüyorum. Utancımla tek başıma olmak biraz teselli ediyor. Şoför tek tanığım, tek suç ortağım; ama onunla da aramda bir bölme var. Bir otobüs durağının yakınından geçiyoruz. İnsanlar güneşin altında bekleşiyor. İşte diyorum, heyecanlanıyorum. İşte, ben orada olmalıyım. Ben şu an otobüs bekliyor olmalıydım. Bu Limuzin benim bulunmam gereken yer değil. Ya da şoförü durdursam, otobüs durağındakileri arabaya doldursam, herkesi gideceği yere bıraksam utancım biraz azalır mı? Düşüncelerimle boğuşurken oradan uzaklaşıyoruz. O Limuzin’de ne kadar zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum, çünkü zaman algımı tamamen yitirmiştim. Bugün hala canlı canlı hatırladığım şey ise o gün yaşadığım mahcubiyet ve yabancılaşma. Neyse ki sağ salim beni Palermo'nun merkezinde Antica Pasticceria Mazzara'nın önünde indiriyor.

Bu ilginç deneyim bana çok şey kattı. Geriye dönüp dönüp baştan sorguladığım, bugünkü ‘ben’i kıyasladığım, insanlara anlattığımda aldığım tepkilerden çok şey öğrendiğim bir hikayem bu. Ne ilginç ki 52 küsur yaşımda yine bir Limuzin’le karşı karşıyayım. Bu defaki, metaforik bir Limuzin. Sürücüsü öz benliğim olan beyaz ışıltılı bir Limuzin. Ben yine arka koltukta aynı yerde oturuyorum. Fakat bu kez korkularımdan, mahcubiyetimden arınmış olarak sırtımı arkama yaslıyorum. Yolun tadını çıkarmaya niyet ediyorum. Şoförümü artık epeyce tanıyorum ve kendimi ona teslim etmekte hiçbir mahsur görmüyorum. Zaten kaporta sağlam… Bu asil aracı kullanmak elbette maharet ister, ama şoförüm oldukça deneyimli. Bu yolculuk sırasında arada bir kırmızı ışıklarda duracağız, bazen çukurlarda sarsılacağız. Kötü yollardan geçersek lastiğimiz sönebilir: durup lastiği değiştirip tekrar yola koyulacağız. Benzinimiz azalabilir ya da ihtiyaç molası vermemiz gerekebilir. Sürücüm nerede ne yapacağını biliyor. En çok da hangi manzaraların seyrine doyum olmayacağını… Seyir noktalarında durup keyifli zamanlar geçiriyoruz. Velhasıl yolda olmak çok güzel.

İlk olarak onsekiz yaşlarında deneyimlediğim bu Limuzin yolculuğuna şimdi tekrar çıktım. Fakat bu kez mahcubiyetin yerini heves ve heyecan aldı. Hikayemi yaşamama olanak veren ve beni bu deneyimlerden geçirerek olgunlaşmamı sağlayan evrenin her "nötrino"suna teşekkür ederim…