Çoook uzun zaman oldu ve ben seni
özledim…
Yazmak, anlatmak, paylaşmak
istedim.
LİMUZİN
Onsekiz, bilemedin ondokuz
yaşındaydım. İtalyan Lisesinin ve onun bende bıraktığı başarısızlık hissinin geride
kaldığı yıllardı. Kazanacağıma dair kimsenin umudu olmadığı halde kazanmayı
başardığım mimarlık fakültesinin bilmem kaçıncı sınıfında büro stajı dönemim
yaklaşıyordu. Bir yandan da İtalyancamı unutmamak için, çekirdekten yetiştiğim baba
mesleği olan rehberliği 16 yaşımdan beri sürdürüyordum. Paskalya’da,
Noel’de ve yaz aylarında İtalyanlarla hem İstanbul’u geziyordum, hem güzel insanlarla keyifli
sohbetler ediyordum, hem de lisede edindiğim bu lisanı pekiştiriyordum. İşte o
günlerden birinde Hilton otelinden bir karı-koca ile klasik şehir turuna çıktık.
Birlikte güzel bir gün geçirdik. Ertesi gün de müsait olup olmadığımı sordular.
Maalesef değildim, başka bir turum vardı. Babamı aradım ve ona sordum. Babam
müsaitti. O gün de boğaz turu yapacaklardı. Tabi aynı zamanda bol bol beni
çekiştirmişler. Sicilya’da yaşayan bu çifte babam benim mimarlık ofisinde büro
stajımın olduğunu, tanıdık birileri varsa oralarda bu stajı yapabileceğimi
filan söylemiş. Onlar da gelsin, ayarlarız demişler. Şimdi arayı atlıyorum ve hoooop
Sicilya’ya gidiyorum…
Palermo havaalanından beni
karşılayacaklarını biliyorum. Ama nasıl, kim gelecek, ayrıntısını bilmiyorum.
Bağajımı banttan alarak dışarıya doğru yürüyorum. Gümrük kapısından çıktıktan
sonra üzerinde adım yazan bir kağıtla karşılaşıyorum. Kağıdı elinde tutan takım
elbiseli bir beyefendi, kendisini tanımıyorum. Valizi benden alıyor ve kendi
taşımaya başlıyor. Malum o zamanlar tekerlekli valizler henüz kullanımda değil.
Dışarı çıkıyoruz, sağa dönüyoruz ve arabaya doğru bir miktar yürüyoruz. Mevsim
yaz. Hava sıcak. Güneş yakıcı.
O yıllarda babamın mavi bir Renault
Broadway arabası var. Ama benim kullanmamı pek istemiyor. Onun yerine bana bir
teklifi var. Sen dört tekerleğin parasını biriktir, ben üstünü tamamlayıp sana
araba alacağım diyor. Ben de rehberlikten kazandığım üç beş kuruştan dört
tekerleğin parasını çıkarıyorum, gidip minik Serçe’yi alıyoruz. Yani benim
bildiğim, alışık olduğum arabalar bunlar: Broadway, Serçe filan.
Palermo havaalanında da yanımda
şoför, elinde valizim yürürken bu arabaların İtalyan karşılığı olan bir Fiat’a
doğru gittiğimizi sanıyorum. Ya da doğal olarak bunu bekliyorum. Ve şoför
duruyor. Ve bana arabanın kapısını açıyor. Açıyor açmasına da, bir yanlışlık
olmalı! Kapısını açtığı araç siyah bir Limuzin.
Yahu nasıl olur?
Niye?
Neden beni almaya bir Limuzin
gelir ki?
Saniyenin bilmem kaçta kaçında
kafamın içinde oluşan fırtınalar beynimin bütün tozunu attırıyor. Beynimde o an
oluşan çatlaklar halen varlığını sürdürüyor. Güleyim mi ağlayayım mı
kestiremiyorum. Mecbur o Limuzin’e biniyorum. Nereye oturacağımı biri bana
söylese keşke, ama kendim karar vermek zorundayım. Filmlerden edindiğim
tecrübeye göre arka koltuğa atıyorum kendimi. Valizim nerede bilmiyorum.
Umurumda da olduğunu sanmıyorum. Arkamdan kapı kapanıyor. Zindanda üzerine kapanan
ağır bir demir kapı gibi…
Limuzin yavaşça yola çıkıyor. Ben
arka pencereden dışarıya bakıyorum. İçerisi loş, güneşin ışıklarını penceredeki
film tabakası kesiyor. O film tabakası sayesinde içerisi de görünmüyor. Buna
çok seviniyorum. İyi ki beni görmüyorlar diye düşünüyorum. Utancımla tek başıma
olmak biraz teselli ediyor. Şoför tek tanığım, tek suç ortağım; ama onunla da
aramda bir bölme var. Bir otobüs durağının yakınından geçiyoruz. İnsanlar
güneşin altında bekleşiyor. İşte diyorum, heyecanlanıyorum. İşte, ben orada
olmalıyım. Ben şu an otobüs bekliyor olmalıydım. Bu Limuzin benim bulunmam
gereken yer değil. Ya da şoförü durdursam, otobüs durağındakileri arabaya
doldursam, herkesi gideceği yere bıraksam utancım biraz azalır mı?
Düşüncelerimle boğuşurken oradan uzaklaşıyoruz. O Limuzin’de ne kadar zaman
geçirdiğimi hatırlamıyorum, çünkü zaman algımı tamamen yitirmiştim. Bugün hala
canlı canlı hatırladığım şey ise o gün yaşadığım mahcubiyet ve yabancılaşma. Neyse ki sağ salim beni Palermo'nun merkezinde Antica Pasticceria Mazzara'nın önünde indiriyor.
Bu ilginç deneyim bana çok şey
kattı. Geriye dönüp dönüp baştan sorguladığım, bugünkü ‘ben’i kıyasladığım,
insanlara anlattığımda aldığım tepkilerden çok şey öğrendiğim bir hikayem bu.
Ne ilginç ki 52 küsur yaşımda yine bir Limuzin’le karşı karşıyayım. Bu defaki,
metaforik bir Limuzin. Sürücüsü öz benliğim olan beyaz ışıltılı bir Limuzin.
Ben yine arka koltukta aynı yerde oturuyorum. Fakat bu kez korkularımdan, mahcubiyetimden
arınmış olarak sırtımı arkama yaslıyorum. Yolun tadını çıkarmaya niyet
ediyorum. Şoförümü artık epeyce tanıyorum ve kendimi ona teslim etmekte hiçbir mahsur
görmüyorum. Zaten kaporta sağlam… Bu asil aracı kullanmak elbette maharet
ister, ama şoförüm oldukça deneyimli. Bu yolculuk sırasında arada bir kırmızı
ışıklarda duracağız, bazen çukurlarda sarsılacağız. Kötü yollardan geçersek
lastiğimiz sönebilir: durup lastiği değiştirip tekrar yola koyulacağız.
Benzinimiz azalabilir ya da ihtiyaç molası vermemiz gerekebilir. Sürücüm nerede
ne yapacağını biliyor. En çok da hangi manzaraların seyrine doyum olmayacağını…
Seyir noktalarında durup keyifli zamanlar geçiriyoruz. Velhasıl yolda olmak çok
güzel.
İlk olarak onsekiz yaşlarında
deneyimlediğim bu Limuzin yolculuğuna şimdi tekrar çıktım. Fakat bu kez
mahcubiyetin yerini heves ve heyecan aldı. Hikayemi yaşamama olanak veren ve
beni bu deneyimlerden geçirerek olgunlaşmamı sağlayan evrenin her "nötrino"suna
teşekkür ederim…