12 Mart 2024 Salı

İstatistikler



Blogspot istatistiklerine göre yazılarımı okuyanların sayısı 20.000’i geçmiş. Bu sayıyı blogun web sürümünde ana sayfada bulunan numeratörden de bir çırpıda görebiliyoruz.  İlginç olan şu ki; dünyanın farklı pek çok ülkesinden okunuyorum. Evet, yabancı ülkelerde yaşayan birçok arkadaşım ve akrabam var. Fakat ülkelerin çeşitliliği beni hem şaşırtıyor, hem de mutlu ediyor. Türkiye dışında ABD, İtalya ya da İsrail’den okunmuş olması tanıdık, eş, dost, akraba gibi nedenlerle beklediğim bir durum olsa da; Endonezya, Rusya, Finlandiya, Mısır, Singapur gibi hiç tanıdıklarımın olmadığı ülkelerden bile okunmuş olması içimi karıncalandırıyor.

Tabi, bu durum beni konuyu daha fazla araştırmaya itiyor.

Bu sabah açıyorum blogdaki tüm zamanların istatistiklerini. Tek tek inceliyorum. Veriler gerçekten şaşırtıcı. Mesela tanıdıkların okuma olasılığının yüksek olduğunu düşündüğüm İtalya’da 118, İsrail’de 308 tıklanma alırken, Rusya, İsveç ve Singapur’da hiç tanıdık olmamasına rağmen ülke başına 1000-1300 arası tıklanma gözüküyor.  Dedim “Kaç ülke var ki bu listede yahu?”. Oturdum tek tek saydım. Belirgin gözüken 19 ülke var. Ancak bu 19 ülke, tıklamaların dörtte üçü için geçerli. Kalan dörtte birin “Diğer” diye geçen 5 ülkeye daha tekabül ettiğini varsayarsam, bu hesaba göre 24 ülkeden tıklanmış oluyor. Düşünsene!  Ben burada bir şeyler anlatıyorum, farklı zaman dilimlerinde Polonya’da 296 kişi beni dinliyor, Ukrayna’da 507 kişi merak edip okuyor. Amerika'da 3500'e yakın kişi ben uykudayken satır aralarında dolaşıyor. Vay canına!

Bu insanlar beni nereden buluyor da okuyor diye soruşturduğumda, çeşitli cevaplarla karşılaşıyorum. Temelde, anahtar kelimeler bloga yönlendiriyor olsa gerek. Aslında periodik olarak paylaşımlar yapsam –ki henüz böyle bir şey yapmıyorum ve yapabilir miyim bilmiyorum- algoritma sayesinde anahtar kelimelerin arayanların önlerine düşme oranı çok daha fazla olacak diyorlar. Fakat bu yazıları ben duygularım pik yaptığı zaman, heyecanlanınca, hatırlamaya değer bulduğum, zamanla unutulmasını istemediğim bir şeyler olunca yazıyorum. Bir taşma ânı oluyor. Hani sütü kaynatmaya koyarsın, ağır ağır ısınır da, bir anda kabarıverir. İşte, benden taşan duygular öyle zamanlarda yazıya dönüşüyor. Bu taşmayı periodik olarak mümkün kılmak olanak dahilinde midir bilemiyorum.

Başka bir etken de birbirinden çok farklı konulardan söz ediyor olmam olabilir. Hayat her gün o kadar değişik durumlar seriyor ki önümüze, bir gün kumrunun balkona yumurtlamasına heyecanlanırken öteki gün seyahat anılarıma odaklanabiliyorum ya da eskilerden bir limuzin hatırası kapımı çalabiliyor. Gönül ister ki daha çok taşsın ve hatırlayayım, daha çok yazayım. Yani en azından benim gönlüm öyle istiyor ;)

Tek bir şikayetim var. Yıllardır şu formata doğru dürüst bir "Beğen" butonu eklemeyi beceremedim. Çok uğraştım, ama olmadı. O da kusur kalsın dedim sonunda. Belki bir gün bir mucize oluverir. Çıkmadık candan ümit kesilmez!

Tabi şu otomatik çeviri olayını da es geçmemek gerek. Benim Türkçe yazdığım bir yazı, dünyanın bütün dillerinde okunabiliyor. Bu da bu çağın ayrıcalığı işte! Dil bariyeri böylece teknoloji sayesinde ortadan kalkmış görünüyor. Yaa işte bütün bunlar beni heyecanlandırıyor. Çok mu şeyim acaba?! :p

Heyecanlarımın peşinden gitmek, onları bir bir yakalamak, günlük rutinlerimi renklendirmek, eylemlerimi başka başka pencerelerden önce kendi kendime izlemek, sonra da yansıtmalar yaparak izlettirmek ve ya en azından görünür hale getirmek çok hoşuma gidiyor. Daha nicelerinin taşıp kağıtlara dökülmesi temennisiyle tüm dünya vatandaşlarına selam olsun…




14 Şubat 2024 Çarşamba

KUMRU



Geçen hafta, sevdiceğim bir kumrunun ağzında çerçöple gelip gittiğini görmüş. Balkonda bir yerlere yuva yapacak galiba diye bana söylemiş, ama ben unutmuşum. Cumartesi günü çiçeklerin dibini kontrol ederken üstteki saksıya bi elini atmış, eli kumruya değmiş. Kumru kaçmamış. Böylece artık orada kumrunun kuluçkaya oturduğunu anlamış.

Ben bunu öğrendikten sonra, habire kumruyu izlemeye başladım. Saatte bir gidip bakıyorum. Kumru sağa döndü, kumru sola döndü... Derken araştırma yapmaya başladık. Kuluçka ne kadar sürer? Süreç nasıl ilerler? Yavru kuşlar solucan mı yer? Hepimiz heyecanla sürece katıldık. Evimizin nüfusu artacak ne de olsa! Fotoğraflar çekiyoruz, kumru dünyası hakkında bilgiler topluyoruz, korkutmamak için balkona bile çıkmıyoruz. Takiplerim esnasında kumrunun altındaki iki yumurtanın fotoğrafını bile çekebildim.

Süreç benim için o kadar heyecan verici ve duygusal boyutlardaydı ki içimden geçen duygu patlamalarına engel olamayıp olmadık işler yaptım. Biliyorsunuz, buraya olaylardan çok, olaylarla ilgili duygularımı, çıkarımlarımı not ediyorum. İşte o süreçte "içimdeki ben" bir şeyler söylüyordu. Ama kumru hakkında okuduklarım aynı şeyleri söylemiyordu. Okuduğum paylaşımlarda kuluçkaya oturan kumru için bir kap su, biraz ekmek kırıntısı ya da ıslatılmış bulgur koyduk filan diyorlardı. İçimdeki ben ise buna itiraz ediyordu. Yuvasını oraya yapmayı seçmiş olan kumru, beslenmek ve ihtiyaçlarını görmek için ne yapacağını bilir. Benim buna müdahale etmeme gerek yok, hatta müdahale etmemem gerek diyordu içimdeki ben. Bunu dillendirip söylediğimi de hatırlıyorum. Fakat dün sabah "içimdeki ben"i zaptedemedim.  Yahu ne çıkar, biraz su biraz kırıntı koy bir yere, isterse yer istemezse kalır dedim. Halt ettim! İçimdeki ben başka bir şey daha söylüyordu: Bu süreç kendi gidişatında ilerlesin, döngü tamamlandıktan sonra sosyal medya ortamına aktarırsın diyordu. Yok! Ben ne yaptım? Aman olanları unutmayayım, gün gün kaydedeyim, instagramda facebookta filan dursun diye diye ilk dört günü paylaştım. Oo... Beğeniler, alkışlar, kalpler, öneriler, kumrunun yuva yapma şekline sövmeler, 15.günün fotoğrafını bekleyenler... Neler neler! N'oldu şimdi?

Dün o paylaşımları yaptıktan 3 saat sonra, baktım kumru yerinden kalkmış. Şu yumurtalara bi bakayım yine dedim. Tabureye çıktım. Ne göreyim?! Yumurtanın biri yok! Nasıl olur? Karga mı kaptı acaba? Kumru nerede? Sorular, sorular... Bekleyişler... Kaygılanmalar... 

Bir süre sonra kumru geldi, yumurtanın üzerinde dolandı gitti, geldi dolandı gitti, geldi dolandı gitti... O sırada hastaneye babama gitmem gerektiği için izlemeye devam edemeyecektim. Bu sabah yataktan kalktım, ilk iş yuvaya koştum. İkinci yumurta da kayıp! Yuva boş. Otur düşün dostum! Saatlerdir olanları düşünüyorum. Çeşitli senaryolar üzerinde durduktan sonra mevzunun şöyle cereyan ettiğine inanmak istiyorum:

Su ve ekmek kırıntısı koyduğum kap benim kedilere ait. Yıkanmış temiz bir kap, fakat belki de kumru bu kabın kedilere ait olduğunu bir şekilde sezinlediyse, deneyimlerinde bu tür kaplarla ilgili kötü anıları olduysa yuvanın güvenli olmadığına kanaat getirmiş olabilir. Bunun üzerine yumurtaları taşımıştır belki diyorum. En azından bu masum senaryo olup bitenleri dramatize etmeden hatıralarıma yerleştirmemi sağlıyor. Fakat başka bir farkındalığa daha vesile oluyor: 

Bazen marifet yaptığımızı sanıp bir çuval inciri berbat edebiliyoruz. İçimizdeki ben, bilge bir ben. Herkesin kendi bilge bir "ben"i var. Fakat çoğu zaman şartlanmış "ben" daha çok şey bildiği sanrısına kapılıyor ve kendini ispatlamaya girişiyor. İşte o zaman olanlar oluyor. Zihin kafasının dikine gidiyor. Olaylar ise sarpa sarıyor. Oturup biraz düşününce, zaman zaman içimdeki bilge beni dinlemediğimi İTİRAF EDİYORUM.

Balkonumdan bir kumru geldi, geçti. Doğaya selam olsun!



Instagramda Kumru Günlüğü için:


16 Ocak 2024 Salı

THERAVADA



Uçağa binmeden çok önce başlayan bir yolculuk daha, anılarıma yerleşti. Hatıra kumbaramı zenginleştirdi. Yine çok şey öğrendim, yine çok şey hissettim, yine insan meyveleriyle dolu bilgi ağacım biraz daha büyüdü.  Siddhartha gibi o ağacın altında tefekküre oturup, “şu evren bana ne güzellikler sunuyor” diye düşünmeden edemiyorum. Ve her daim şükranlarımı sunuyorum.

Beni etkileyen anlardan birini hatıra kumbarama not etmek istiyorum. Unutabileceğimi sanmıyorum, ama etkisi zamanla azalacaktır. O etki gittikçe sönümlenmeden buraya yazmak, duygularımı daha kalıcı hale getirecektir diye ümit ediyorum.

Sri Lanka’da –eski adıyla Ceylon’da- halkın %70’i Budist. Dolayısıyla her yer Budist tapınaklarıyla ve Buda imgeleriyle dolu. Budistler, hayattaki hedefin “aydınlanma”ya erişmek olduğuna inanıyor. Aydınlanma, lüks zevklerde ya da kendini cezalandırmakta değil, “orta yol”dadır. Orta yol, hayattaki acı, ıstırap ve tatminsizliğin kaynaklarını açıklamaya çalışır ve bunları gidermenin yollarını arar. Budizm öğretisinin iki ayrı geleneği var. Biri Theravada (küçük araç), diğeri ise Mahayana (büyük araç). Mahayana, Nirvana’ya ulaşan varlığın diğer varlıkların da kurtuluşu için çalışması gerektiğini öğretir. Theravada ise bireysel mantığa ve etik kodlara dayalı bir öğretidir. Bireysel deneyimler sonucunda kişinin eleştirel düşünme, fanatizme ve kör inanca karşı çıkma, iç denetim uygulama gibi becerilerini geliştirmesine teşvik eder. Bu öğretiyi 20’li yaşlarımın başında Hermann Hesse’nin Siddhartha adlı romanını okuduğumda benimsemiştim. Bunun için Budist ya da …ist olmam gerekmiyor. Yapmam gereken tek şeyin kendimi sıkı bir iç denetime tabi tutmam ve attığım her adımı büyük bir farkındalık ve şükranla atmam gerektiğini taa o zaman farketmiştim. Bu farkındalık bana her daim hediyeleriyle geri döndü.

Ayy, yine esas anlatacağım şeyden uzaklaştım. Ama bunları da söylemesem olmazdı. 

Şimdi…

Sri Lanka’nın muhtelif şehirlerindeki muhtelif Budist tapınakları gezmek için yapmamız gereken iki şey var: Omuzları, dizleri örtmek ve cıbıl ayak kalmak.

İlk tapınak ziyaretimizde, ayakkabıları çıkarmamız gerektiğini öğrendik. Çorapla kaldık. Kimileri sandalet, terlik giymiş. Onlar da çıkacak elbette. O sıra yağmur yoktu ve zaten ne ile karşılaşacağımızı tam olarak bilmiyorduk. Çoğumuz çorabımız olduğu için mutluyduk. Fakat ilerleyen günlerde gezecek daha çok tapınak vardı ve hava sıcaklığı 28 derecelerde seyredince çorap morap kalmadı. Üzerine bir de yağmur eklendi. Grubumuzdaki 30 çift ayaktan en gamsız olanı yerel rehberinkilerdi. Biz ise ayaklarımızın bekaretine sahip çıkmaya çalışıyorduk hala. Bir tapınaktan diğerine cıbıl ayak yürünmesi gereken kilometreye ayaklarımızı bir türlü teslim edemiyorduk. Grup liderimiz Mutlu ayakkabıları otobüste bırakmanın daha uygun olacağını söylediğinde durumu kabullenmekte çok zorlandık. Fakat ne çare ki, düştük yollara çıplak tabanlarımızı kâh güneşten ısınmış taşa, kâh yağmurdan ıslanmış kumlara, kâh milyonlarca kişi tarafından çiğnenmiş ıslak halılara basa basa…



Akşam otele döndüğümüzde yaşadığım aydınlanma beni bir koşullanmamdan daha özgürleştirdi. Bütün bir günü tapınaktan tapınağa taşlara, kumlara, su birikintilerine çıplak ayaklarımla basarak teptikten sonra otel odasının zemininden iğrenmek niye? Yık bütün hapisanelerini, kopar zincirlerini ve bas o cıbıl ayaklarını dünyanın tüm zeminlerine!

İşte küçücük bir Theravada anısı!