22 Ekim 2023 Pazar

CADI



 

Bir zamanlar “Cadı” olarak görülen kadınların aslında hiçbir sihirli güçleri yoktu. Sadece bazı şeyleri diğerlerinden daha iyi görebiliyorlardı. Daha doğrusu, herşeyleri oldukları gibi görebilme yetisine sahiptiler. Çünkü,doğuştan ne gözlerinde ne de zihinlerinde filtreleri yoktu. Bu, onlar için belki bir hediye, belki de bir lanetti.

Bizler, bu filtreleri taşıdığımızın farkında bile değiliz. Hatta bu filtrelerin neler olduğunun bile farkında değiliz. Etrafımız tarafından kabul görmek için, doğruymuş gibi görünmek için, olmak zorunda olduğumuz kişi gibi olmaya çalıştığımız için verdiğimiz tavizler yetmiyormuş gibi, bir de bunlara kendimizi inandırıyoruz.

Cadılar, filtrelerinin olmaması sebebi veya sonucunda korkmuyorlardı: Ne yalnızlıktan, ne de sessizlikten. Boş sohbetlerden uzak dururlarken, diğerleriyle birlikte aynı sahnede tiyatro yapmaktan kaçınıyorlardı ve çok farklı bir role sahiptiler.Bu yüzden yalnızlığa mahkumdular. 

Doğruları söyleyenlerden korkulduğu gibi, yalnızlardan da korkulur. Onları duymamazlığa, görmemezliğe gelmek suçlamanın ya da yok saymanın en kolay yoludur. Bugün hâlâ bu cadılardan bulunmaktadır. Dahası onları yakıp yok etmek isteyenler de mevcudiyetlerini sürdürmektedirler.

Cadılar soru sorar, anlamak ister, itiraz eder, kendi akıl ve mantıklarıyla düşünürler. Gölgelerini keşfetmekten korkmazlar. Kusurlarını itiraf ederler. İsteklerini dile getirirler.

Yaşasın Cadılar!


Alıntı

20 Ekim 2023 Cuma

SÜPÜRGE

 


Bilge ninelerimiz, kadın atalarımız süpürme eyleminin çok eski bir arınma, temizlenme yöntemi, hatta bazen bir tür kurtuluş ya da azat etme, serbest bırakma veya özgürleşme pratiği olduğunu öğretmişlerdir.

Bir kadın ortalığı süpürmeye başladığı zaman, mekânın enerjisini de temizleyip düzenler. Ve aynı zamanda kendi yüreğine de çekidüzen verir. Yüreğine çekidüzen vermek demek onu düzeltmek, sevginin titreşimleriyle uyumlu hale getirmek demektir.

Çalı süpürgesinin kullanıldığı dönemlerde o süpürge,enerjilerin bir yerden bir yere aktarılması için kullanılırdı: Bazen arzu edilen etkilerin eve dolması istendiği için, bazen de istenmeyen enerjilerin dışarı atılması için...

Olur da kendini kızgın hissedersen, kızgınlığını süpür gitsin.

Ya da kıskanç hissedersen, kıskançlığını süpür.

Endişeli hissedersen, endişelerini süpür.

Değersiz hissedersen, yerle bir olmuş motivasyonunu süpür, gitsin!

Süpür ki, bilincinle yönlendirdiğin o süpürge, yüreğine çekidüzen versin ve senin güç kaynağına dönüşsün.

Alıntı

17 Ekim 2023 Salı

UYANIŞ

Bugün, harika bir yazı okudum. Yazı İtalyanca idi. O kadar beğendim ki onu tercüme etmeye koyuldum. Metin zordu, söylediklerine tam olarak vâkıf olup anlam kayması yaratmadan tercüme etmek gerçekten çok zordu. Fakat yaşanmışlıklarla harmanlandığında anlamak hiç de zor değil. Eğer uyanış nedir, aşk nedir biliyorsanız, derinlerden bir yerlerden bu kavramlara aşinaysanız bu yazıyı mutlaka okuyun. Bilmiyorsanız ya da aşka inanmıyorsanız da okuyun. Belki geçmişten, belki gelecekten, belki de şimdilerden bir şeyler anlatacaktır. En azından bir tohum ekip büyütmenize vesile olacaktır.


er uyanış yolunda olan birini yanında istiyorsan, bunun çok cesur bir seçim olduğunu bilmek zorundasın. Uçurumların kıyısında dolaşma cesareti gösterirken, merkezinde kalma istikrarına da sahip olmalısın. Kendi kırılganlıklarını gözlemlerken, inkâr ettiğin yönlerini de yeniden gözden geçirmelisin. Çünkü o, zaman zaman gerçek bir öğretmen gibi, sana en derin yaralarını hatırlatmaktan kaçınmayacaktır. Bu hamlelerinin arkasında elbette aşk olacaktır, ama bu arada üzerine kat kat giyindiğin o sahte kıyafetleri çekip çıkaracaktır.


Seni kendine bağlamaktansa, iyi bir kılavuzun yapacağı gibi, sana özgürlüğün yollarını gösterecektir. Ve sen kendini terkedilmiş ya da reddedilmiş hissetmemek için güçlü olmak zorunda kalacaksın. Ayaklarının üzerine sağlam basmayı öğrenecek, hafifleyerek ilerleyebilmek için kendi üzerinde sıkı çalışman gerektiğini anlayacaksın. Terk edilme korkusu ile özgürlüğü hissetme arzusu ikileminde hesaplar yapmaya başlayacaksın.

O, uyanış yolunda sana kendi çıplak gerçekliğini gösterecek, ne ışığını ne de gölgesini açık etmekten korkmayacaktır. Ve sen de kendi karanlıklarının üzerine çok çalışmalısın ki birbirinize nüfuz ettiğinizde dengeniz bozulmasın.

Uyanmış biri, kendi bedenini dinleyecek ve eğer bir şeyler yolunda gitmiyorsa yolundaymış gibi yapmayacaktır. Fakat sen bu duruma hazırlıklı olmayabilirsin ve gafil avlanabilirsin. Bazen kendini bulmak için senden uzaklaşacak ve üstelik belki de bunu kibarca yapmayacaktır. Çünkü onun kendini sana sunabilmesi için kendiyle dopdolu olması gerektiğini bilecektir. Ve tam da o zamanlarda sen kendi kendine yetmeyi ve ona güvenmeyi öğreneceksin. O, bu gitmeleriyle sana kendi içgüdülerine ve gücüne güvenmeyi öğretecektir.

Eğer uyanış yolunda olan birini yanında istediysen, karanlık denizlerde yüzmeye hazır olmalısın, karanlığa ve seni yüzeye doğru götürecek olan ışığa güvenmelisin. Sadece oradan güzellikleri ve huzuru görebilirsin. Başkalarını seçmeden önce, kendini seçmelisin. 
Başkalarını sevmeden önce, kendini sevmelisin. 
Başkalarına tâbi olmadan kendine yetmelisin. 
Kaçmak yerine, kalmak zorundasın. 

Eğer uyanış yolunda olan birini seçtiysen, bil ki kendine bir armağan sunuyorsun. Çünkü o, seni olman gereken yere götürecektir. Kendi içindeki yere...

Çünkü o, senin amacına ulaşmış halinin ta kendisidir!

Monica Grando

1 Nisan 2023 Cumartesi

ÖRÜMCEK


Dün durup dururken hatırladım ve bunu yazmalıyım dedim. Ama neden yazmalıyım, nesini yazacağım bilmiyorum. Dur bakalım. Bir yerinden başlayayım...

Yıl 2009, mevsim yine yaz. O sene scrapbooking ile flört ettiğim, fotoğraflar, malzemeler, renkler ve boyalar ile oynaştığım, içlerinde kendimi kaybettiğim bir dönemdeyim. Buna çok ihtiyacım var. Günlük rutinlerden kendimi koparıp, başka alemlere ışınlanmak ve bunu yaratıcılığımın sınırlarında dolaşarak yapmak bana iyi geliyor. Dünyada bu konu ile ilgili kimler ne yapıyor ilgiyle takip ediyorum. Tarzını çok beğendiğim, işini adanmışlıkla yaptığını düşündüğüm Fló ile irtibata geçiyorum. Fló Fransa'da yaşıyor. Adını o güne kadar hiç duymadığım fransız şehri Montpelier'deki evinde bana bir haftalık eğitim vermeyi teklif ediyor. Ben de heyecanla kabul ediyorum. Otelde kalmama gerek olmadığını, evinde beni misafir edebileceğini söylüyor. Ve çok kısa bir süre içinde kendimi o evde buluyorum.

Tek katlı bahçe içindeki bu ev aynı zamanda Fló'nun atölyesi. Fló çalışırken kocası yemekleri pişiriyor, çeşit çeşit menüler hazırlıyor. Akşam saat 6'da dört çocuklu bu aile aperatif için salonda buluşuyor, sohbetler ediyor ve beni de sohbetlerine ortak ediyor. O sırada fırında pişen yemeğin kokuları da bize eşlik ediyor. Ardından yemekler yeniyor, sofra hep birlikte toplanıyor. Derken yatma vakti geliyor ve herkes odasına çekiliyor. Ben evin büyük kızı Lolita'nın odasında yatacağım. Pijamalarımı giyip yatağa uzanıyorum. Işığı kapatmadan önce günün muhasebesini yaparken gözlerim sağı solu tanımaya, ortama alışmaya çalışıyor. Ve işte o an olanlar oluyor!

Tam yastığın tavandaki izdüşümünde onunla karşılaşıyorum. Kocaman ipeksi bir ağın içine yerleşmiş -ben baktıkça devleşen- simsiyah bir örümcek. Ayıkla pirincin taşını! Tüylerim ürperiyor, dakikalar geçtikçe yazmış sıcakmış demeden titremelerim artıyor. Ben bu örümceğin altında nasıl uyuyabilirim ki? Ya harekete geçerse, ya ağından asansör yapıp benim üzerime inmeye karar verirse? Öyle ya! Benden müsade isteyecek değil. Burası onun da evi. Ben burada misafirim. O ise kimbilir ne zamandır o köşede kendi halinde yaşıyor. Belli ki bu güne kadar kimse ona ‘senin burada ne işin var’ dememiş. Bu ekosistemde herkes varlığını kendi bildiği gibi sürdürmeye devam etmiş. Acaba Lolita onun varlığından haberdar mı? Nasıl haberdar olmasın. Örümceğin evi tam yastığın üzerinde. Öldürmeye kalksam gece vakti çok ses çıkar. Belki de arkadaştırlar. Bu kadın bir cani ve benim örümceğimi öldürdü diyebilir benim için. Keşke bana bu konuda bilgi verseydi. Ne bileyim. Belki onun için özel bir anlamı vardır. Hani deneyimlerini benimle paylaşsaydı. Geceleri hareket etmez, rahat ol deseydi. Ama bu keşfi kendi kendime yapmak üzere o ağın altında yapayalnızım. Yastığı yatağın ayak ucuna mı koysam, salonda mı yatsam, dur bi tuvalete gideyim belki bir çözüm bulurum gibi beyin fırtınaları içinde bütün geceyi geçiriyorum. Alternatifler içinde otele gitmek de var tabi. Fakat onaltı yaşındaki bir genç kız odasını o örümcekle uzun zamandır paylaşmakta bir mahsur görmüyorsa bu fikre alışmam gerektiğine karar verip,gün ağarmadan uykuya direnmekten vazgeçiyorum.

Tam bir hafta... Her gece... Ne o bana, ne ben ona hiçbir müdahalede bulunmadık. Birbirimizin yaşam alanına hiçbir şekilde tecavüz etmedik. Birlikte ama yalnız yaşayabileceğimizi öğrendik. Fakat bu kabullenmişlik bizim ayrı dünyalardan olduğumuz gerçeğini de değiştirmedi. Bu durumdan kimseyi haberdar etmedik. Merak etmeme rağmen Lolita'ya hiçbir şey sormadım, stres ve endişe içinde geçen ilk gecemi anlatmadım. Sırrımı paylaşmadım. Yaşanan herşey benimle örümcek arasında kaldı...

29 Mart 2023 Çarşamba

LİMUZİN

 

Çoook uzun zaman oldu ve ben seni özledim…

Yazmak, anlatmak, paylaşmak istedim.

LİMUZİN

Onsekiz, bilemedin ondokuz yaşındaydım. İtalyan Lisesinin ve onun bende bıraktığı başarısızlık hissinin geride kaldığı yıllardı. Kazanacağıma dair kimsenin umudu olmadığı halde kazanmayı başardığım mimarlık fakültesinin bilmem kaçıncı sınıfında büro stajı dönemim yaklaşıyordu. Bir yandan da İtalyancamı unutmamak için, çekirdekten yetiştiğim baba mesleği olan rehberliği 16 yaşımdan beri sürdürüyordum. Paskalya’da, Noel’de ve yaz aylarında İtalyanlarla hem İstanbul’u geziyordum, hem güzel insanlarla keyifli sohbetler ediyordum, hem de lisede edindiğim bu lisanı pekiştiriyordum. İşte o günlerden birinde Hilton otelinden bir karı-koca ile klasik şehir turuna çıktık. Birlikte güzel bir gün geçirdik. Ertesi gün de müsait olup olmadığımı sordular. Maalesef değildim, başka bir turum vardı. Babamı aradım ve ona sordum. Babam müsaitti. O gün de boğaz turu yapacaklardı. Tabi aynı zamanda bol bol beni çekiştirmişler. Sicilya’da yaşayan bu çifte babam benim mimarlık ofisinde büro stajımın olduğunu, tanıdık birileri varsa oralarda bu stajı yapabileceğimi filan söylemiş. Onlar da gelsin, ayarlarız demişler. Şimdi arayı atlıyorum ve hoooop Sicilya’ya gidiyorum…

Palermo havaalanından beni karşılayacaklarını biliyorum. Ama nasıl, kim gelecek, ayrıntısını bilmiyorum. Bağajımı banttan alarak dışarıya doğru yürüyorum. Gümrük kapısından çıktıktan sonra üzerinde adım yazan bir kağıtla karşılaşıyorum. Kağıdı elinde tutan takım elbiseli bir beyefendi, kendisini tanımıyorum. Valizi benden alıyor ve kendi taşımaya başlıyor. Malum o zamanlar tekerlekli valizler henüz kullanımda değil. Dışarı çıkıyoruz, sağa dönüyoruz ve arabaya doğru bir miktar yürüyoruz. Mevsim yaz. Hava sıcak. Güneş yakıcı.

O yıllarda babamın mavi bir Renault Broadway arabası var. Ama benim kullanmamı pek istemiyor. Onun yerine bana bir teklifi var. Sen dört tekerleğin parasını biriktir, ben üstünü tamamlayıp sana araba alacağım diyor. Ben de rehberlikten kazandığım üç beş kuruştan dört tekerleğin parasını çıkarıyorum, gidip minik Serçe’yi alıyoruz. Yani benim bildiğim, alışık olduğum arabalar bunlar: Broadway, Serçe filan.

Palermo havaalanında da yanımda şoför, elinde valizim yürürken bu arabaların İtalyan karşılığı olan bir Fiat’a doğru gittiğimizi sanıyorum. Ya da doğal olarak bunu bekliyorum. Ve şoför duruyor. Ve bana arabanın kapısını açıyor. Açıyor açmasına da, bir yanlışlık olmalı! Kapısını açtığı araç siyah bir Limuzin.

Yahu nasıl olur?

Niye?

Neden beni almaya bir Limuzin gelir ki?

Saniyenin bilmem kaçta kaçında kafamın içinde oluşan fırtınalar beynimin bütün tozunu attırıyor. Beynimde o an oluşan çatlaklar halen varlığını sürdürüyor. Güleyim mi ağlayayım mı kestiremiyorum. Mecbur o Limuzin’e biniyorum. Nereye oturacağımı biri bana söylese keşke, ama kendim karar vermek zorundayım. Filmlerden edindiğim tecrübeye göre arka koltuğa atıyorum kendimi. Valizim nerede bilmiyorum. Umurumda da olduğunu sanmıyorum. Arkamdan kapı kapanıyor. Zindanda üzerine kapanan ağır bir demir kapı gibi…

Limuzin yavaşça yola çıkıyor. Ben arka pencereden dışarıya bakıyorum. İçerisi loş, güneşin ışıklarını penceredeki film tabakası kesiyor. O film tabakası sayesinde içerisi de görünmüyor. Buna çok seviniyorum. İyi ki beni görmüyorlar diye düşünüyorum. Utancımla tek başıma olmak biraz teselli ediyor. Şoför tek tanığım, tek suç ortağım; ama onunla da aramda bir bölme var. Bir otobüs durağının yakınından geçiyoruz. İnsanlar güneşin altında bekleşiyor. İşte diyorum, heyecanlanıyorum. İşte, ben orada olmalıyım. Ben şu an otobüs bekliyor olmalıydım. Bu Limuzin benim bulunmam gereken yer değil. Ya da şoförü durdursam, otobüs durağındakileri arabaya doldursam, herkesi gideceği yere bıraksam utancım biraz azalır mı? Düşüncelerimle boğuşurken oradan uzaklaşıyoruz. O Limuzin’de ne kadar zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum, çünkü zaman algımı tamamen yitirmiştim. Bugün hala canlı canlı hatırladığım şey ise o gün yaşadığım mahcubiyet ve yabancılaşma. Neyse ki sağ salim beni Palermo'nun merkezinde Antica Pasticceria Mazzara'nın önünde indiriyor.

Bu ilginç deneyim bana çok şey kattı. Geriye dönüp dönüp baştan sorguladığım, bugünkü ‘ben’i kıyasladığım, insanlara anlattığımda aldığım tepkilerden çok şey öğrendiğim bir hikayem bu. Ne ilginç ki 52 küsur yaşımda yine bir Limuzin’le karşı karşıyayım. Bu defaki, metaforik bir Limuzin. Sürücüsü öz benliğim olan beyaz ışıltılı bir Limuzin. Ben yine arka koltukta aynı yerde oturuyorum. Fakat bu kez korkularımdan, mahcubiyetimden arınmış olarak sırtımı arkama yaslıyorum. Yolun tadını çıkarmaya niyet ediyorum. Şoförümü artık epeyce tanıyorum ve kendimi ona teslim etmekte hiçbir mahsur görmüyorum. Zaten kaporta sağlam… Bu asil aracı kullanmak elbette maharet ister, ama şoförüm oldukça deneyimli. Bu yolculuk sırasında arada bir kırmızı ışıklarda duracağız, bazen çukurlarda sarsılacağız. Kötü yollardan geçersek lastiğimiz sönebilir: durup lastiği değiştirip tekrar yola koyulacağız. Benzinimiz azalabilir ya da ihtiyaç molası vermemiz gerekebilir. Sürücüm nerede ne yapacağını biliyor. En çok da hangi manzaraların seyrine doyum olmayacağını… Seyir noktalarında durup keyifli zamanlar geçiriyoruz. Velhasıl yolda olmak çok güzel.

İlk olarak onsekiz yaşlarında deneyimlediğim bu Limuzin yolculuğuna şimdi tekrar çıktım. Fakat bu kez mahcubiyetin yerini heves ve heyecan aldı. Hikayemi yaşamama olanak veren ve beni bu deneyimlerden geçirerek olgunlaşmamı sağlayan evrenin her "nötrino"suna teşekkür ederim…

20 Aralık 2019 Cuma



HİKAYEMİ SEVDİM…


Yeni bir yıla doğru giderek yaklaşıyoruz ve yine yılın bu son günlerinde kendimi karşıma alıp muhasebe yapıyorum. En az 100 yıl sürmesini dilediğim ömrümün ilk yarısını tamamlamama aylar kaldı. İleri doğru hızlı adımlarla giderken bazen durup, başımı şöyle bir arkama doğru çeviriyorum ve gördüklerim için her defasında şükrediyorum.

Evet, öyle! Çünkü ben hikayemi sevdim. Başımdan geçenleri, hayatıma girenleri, hayatımdan çıkanları, benimle birlikte yürüyenleri, yıllarca bir yerlerde varlığını sürdürenleri, bir süreliğine belirip sonra kaybolanları, beni defterinden silenleri, beni sevenleri ve/yahut sevmiş gibi görünenleri, bana değer verenleri, bir şeyler öğretenleri, benden öğrenenleri, çevresinde olmamı isteyenleri, çırpınıp ulaşmaya çalışanları filan hep sevdim.

Sevmeyi sevdim. Sevgiyle bakmayı, anlayışlı olmayı, kırmamayı, özen göstermeyi, özverili olmayı, dokunmayı, sırtını sıvazlayıp yüreklendirmeyi, birlikte gülmeyi, paylaşmayı, tutkuyu, coşkuyu, sarılmayı, alırken vermeyi, güzelliklerin tadını çıkarmayı, anlar biriktirmeyi çok sevdim. Şarabı sevdim, kitapları sevdim, sohbeti sevdim. Daha neler var sevdiğim?!

İnsanlar var mesela canım kadar sevdiğim. Annemi, babamı çok sevdim. Annemin tüm dünyaya yetebilme kabiliyetini, babamın kaşları havada sükûnetini, problem çözme yeteneklerini, ikisinin de muhteşem enerjilerini, bize öğrettiklerini, annemin o leziz yemeklerini, babamın sıcacık yumuşak elini, hayat felsefelerini, dostluk anlayışlarını, hayvan sevgilerini, birilerine yardım ederkenki içtenliklerini, bize sundukları aile ortamını, torunlarıyla olan diyaloglarını çok ama çok sevdim.
Kardeşimi de çok sevdim. Yüzündeki aydınlığı, yüreğindeki sıcaklığı, sahiciliğini, her şeyi bilmesini, her problemi onun çözebileceğine inanmasını, iki eli kanda olsa dostlarına yardıma koşmasını, merhametini sevdim.

Ya kızlarım… Onları başka sevdim. Canımla, kanımla, ciğerimle, tüm kalbimle sevdim. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, huysuzluklarıyla, eziyetleriyle… Varımla yoğumla sevdim. Bildikleriyle, bilmedikleriyle; söyledikleriyle, söylemedikleriyle; yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla; onlara dair her ne varsa hepsini birlikte sevdim. Şanslarını, düşüncelerini, özgür yapılarını, duruşlarını, bizim vermeyip de kendi kopardıklarını, becerilerini, tertemiz kalplerini, umutlarını, paylaşımlarımızı, birlikte geçirdiğimiz değerli anları öylesine sevdim ki…

Dostlarımı, eşimi, akrabalarımı, şu anda hayatta olmayan melek yüzlü dedem, anneannem ve dayımı, hayal meyal hatırladığım adını taşıdığım babaannemi, komşularımı, ilkokul öğretmenimi, aynı okul sıralarını paylaştıklarımı, iş arkadaşlarımı, çeşitli yolculuklarda tanıştığım ya da kurslarda edindiğim arkadaşlarımı, kızlarım vesilesiyle yakınlaştıklarımı, kaderin dönüp dolaşıp bizi bir araya getirmek için uğraştığı insanları, aynı kaderin bir türlü karşılaşmama izin vermediklerini, birlikte zaman geçirmekten keyif aldıklarımı, unutulmaz danslar ettiklerimi de çok sevdim. Dahası her bir dostla birlikte yediğim leziz yemekleri, içtiğim nefis içki ve içecekleri, o harika tatlı ve çikolataları, yaptığımız eşsiz sohbetleri, attığımız koca kahkahaları, söylediğimiz nice şarkıları, paylaştığımız kıymetli anları...

Sonra başka sevdiklerim var benim. Aristoteles’i, Nietzsche’yi, Herman Hesse’yi, Hasan Ali Toptaş’ı ve isimlerini yazmaya kalksam uzayıp gidecek kadar çok yazarı, şairi, ressamı; Atatürk’ü; doğayı, hayvanları, ağaçları, çiçekleri, denizi, ırmağı, gölü, dağı, gökyüzünü; rüyalarımı, hayallerimi, arzularımı; gezmeyi, tozmayı, keşfetmeyi; kısacası yaşamayı çok sevdim ben…

İşte hikayemi meydana getiren her insan, her an ve her şeyi çok sevdim ve bunun için hepinize minnettarım. Şükürler olsun!





26 Aralık 2018 Çarşamba


Kitap grubuma teşekkürlerimle...

Geçtiğimiz Pazar günü yine kitap toplantım vardı. Üzerine azıcık düşündüğüm zaman bana kattıklarını o kadar derinden hissettim ki, bunu yazmaya karar verdim. Hem bu duyguyu unutmamak için, hem de grup arkadaşlarıma buradan teşekkürlerimi sunmak için…

2009 yılının yazıydı. Viktorlar ve çocuklarla yaptığımız Kanada yolculuğumuz sırasında okuduğum bir kitapta Amerikalı yazar kendi katıldığı okuma grubundan söz ediyordu. İçimden böyle bir şeyin ne kadar güzel olabileceğini hayal etmeye çalışıyordum. Kendimce zihnimde canlandırdığım bu hayal kısa sürede bir merak ve güçlü bir isteğe dönüştü. Fakat Türkiye’de, hatta İstanbul’da buna benzer bir okuma grubunun olup olmadığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bulabileceğimden de şüpheliydim. Ama yine de her zaman yaptığım gibi üşenmeden araştırmaya başladım ve o şaşırtıcı sonuca ulaştım: Vardı. Hem de adıyla sanıyla. Üstelik sadece bir tane değil, bir sürü! Hikâye şöyle:

Grubun kurucusu Esin Çelebi kendi yakın çevresinden birkaç okur arkadaşı ile birlikte Thyke (umulmadık başarı) adında bir okuma grubu kurar. Grup kısa bir sürede adı gibi umulmadık bir başarı ile büyür ve şubeler halinde farklı semtlerde toplanmaya başlarlar. Bence grubun başarısı biraz da sadık kalınan kurallarına bağlıdır.

Thyke Kuralları

·         Kitap sahibi : Okunacak kitabı seçen üyeyi ifade etmektedir.

·         Madde 1: Her ay bir kitap okunur.
·         Madde 2: Toplantılar, her ay gurubun istediği yer ve zamanda yapılır.
·         Madde 3: Toplantılara "zorunlu haller" ve "beklenmedik durumlar" dışında üst üste üç kez katılmayanların gruptan ayrılması talep edilir.
·         Madde 4: Toplantılar en az dört kişinin bir araya gelmesi ile yapılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaz ise bir araya gelenler tarafından bir sonraki toplantı tarihi ve yeri saptanır.
·         Madde 5: (Kitap sahipliği) Üyeler sırayla (bu sıra üyelerin seçeceği bir usulle belirlenir) kitap sahibi olurlar. Ancak hiçbir üye iki toplantı üst üste kitap sahibi olamaz.
·         Madde 6: (Kitap sahibinin sorumlulukları) Kitap sahibi, Seçmiş olduğu kitabın yazarı hakkında bilgi edinmekle, Toplantı yerini belirlemekle, Üyeler arasında toplantı ile ilgili koordinasyonu sağlanması için, Grup iletişim sorumlusu ile birlikte ortak çalışma yapmakla yükümlüdür.
·         Madde 7: (Okunacak kitabın seçimi) Her toplantıda bir sonraki toplantıda tartışılacak kitap belirlenir. Bu belirlemede sıra kendisine gelen kişinin seçtiği kitap esas alınır. Kitap seçiminde ortak karar aranmaz, sıra kendisinde olan üyenin seçimi yeterlidir.
·         Madde 8: (Seçilemeyecek kitaplar) Siyasi ve dini içerikli kitaplar ile Teknik içerikli kitaplar seçilemeyecektir.
·         Madde 9: (e-mailler) Grubun ortak kullandığı e-mail adreslerine "forward" mail atılması, mailin içerik olarak grubu ilgilendirdiği haller hariç, yasaktır.
·         Madde 10 : (yeni grupların oluşumu) Kitap kulübü bünyesinde kurulacak olan yeni gruplar için yeter sayı "altı”dır. Altı kişinin talep etmesi halinde yeni grup oluşturulacak ve bu grubun ilk toplantısı ve organize edilmesi genel kurulda belirlenen "iletişim grubu" tarafından sağlanacaktır. Gruplar için maksimum üye sayısı "on dört"tür. Ve bunun aşılması halinde yeni grup, grup yeter sayısı da dikkate alınarak, oluşturulacaktır.
·         Madde 11: THYKE bünyesinde kurulu grupların işleyişini düzenleyen bu kurallar değiştirilemez.

"Alıntı"

Ben de bu gruba o yıl mail yoluyla yaptığım başvuru sonucu kabul edildim. Önceleri AnaThyke yani Thyke 1 grubundayken, klasikleri okumaya ağırlık vermek istediğimden 2011 yılının ekim ayından itibaren Thyke 6 grubu ile okumalara devam ettim. 7 yılı aşmış olan bu süre içerisinde grup arkadaşlarımla birlikte tam 82 kitap okumuşum. Benden önce okunanlarla birlikte grupta toplam 146 kitap okunmuş. Üstelik de öyle eften püften kitaplar değil. Her biri ayrı bir edebiyat eseri! Ne müthiş bir süreklilik! Elbette kitap grubu dışında da pek çok kitaplar devirdim, fakat onlarla birlikte okuduklarım bana apayrı bir keyif verdi. Kendim seçecek olsam okumayı aklımdan dahi geçirmeyeceğim birçok kitap okudum bu sayede. Ve birçok yazar tanıdım… Dahası, kitap okumayı yeniden keşfettim!

O da ne demek?!

Madem konuşuyoruz, biraz daha eskilere gideyim de baştan anlatayım bari. Ben ne zaman kitap okumaya başladım? Okuma-yazmayı beş yaşında öğrendim de kitap okumaya başlamam o kadar kolay olmadı. Okumaya dair ilk hatıram ilkokul sıralarında öğretmenimizin bize yüksek sesle sınıf ortamında okuttuğu kitaplardır. İkincisi ise yazın Caddebostan’daki yazlık evimizin bulunduğu sokakta kitap kiralayan o beyaz minibüs… O günlerde hiç kitap okumadığımı sanıyordum, ama düşününce az da olsa okuyormuşum. En sevdiklerim ya da aklımda en çok kalan kitaplar Afacan Beşler ve Gizli Yediler serisi. O zamanlar yazarını sorsan bilmezdim. Yıllar sonra Letisya’ya tavsiye edebilmek için araştırıp bulduğum isim Enid Blyton. Nasıl heyecanlı, nasıl gizemli kitaplardı onlar. Bir de Mandrakeler… Birçok çizgi roman içinde en çok Mandrake’yi seviyordum. Tabi yaşım ilerledikçe fotoroman da sevmeye başlamıştım. Ve şu an düşündükçe kendimden utandığım Beyaz Diziler. Yani kitap okuma serüvenimin başlangıcı hiç de iç açıcı ve imrenilesi değil. Hele kış aylarına dair herhangi bir kitap adı filan katiyen hatırlamıyorum. Sadece yazın bütünlemelere çalışırken ders kitabının arasına koyduğum birkaç roman… Ama onların da ne isimleri var aklımda ne yazarları! Nitekim 20 yaşındayken tanıştığım görme engelli olan çok değerli arkadaşım Marco bana okuduğum kitapları sorduğunda ne söyleyeceğimi şaşırmış ve tam o zaman kitap okumaya başlamam gerektiğine karar vermiştim. Marco gözleri görmemesine rağmen onca kitabı okumuş olup adlarını ve yazarlarını ezbere söylerken, bendeniz iki gözüm sağlam olmasına rağmen iki satırı bir araya getirememişim. Olsam olsam ben bir “OT”um! Vallahi de otum, billahi de otum! Okuma yolculuğuma hangi gerçek kitapla başlayacağımı düşünürken Marco bana ilk kitabımı hediye etti. Richard Bach’ın Martı isimli kitabı. Üstelik İtalyanca! O kitap favorilerimden olmaya hak kazandı.

20-21 yaş kitap okumaya başlamak için hiç de erken bir yaş değil. Ama bugün geriye dönüp baktığımda geç bir yaş da değilmiş diyebiliyorum. Martı’yı okuduktan bir süre sonra, okuduğum kitapların ve yazarlarının isimlerini not etmeye karar verdim. İnce bir defter aldım ve 6 Nisan 1992 tarihinde okuduğum kitapları yazmaya başladım. O zaman satırların başında numaralar değil, yıldızlar vardı. Fakat 50 küsur kitap okuduktan sonra sayılarını da merak ettiğimden yıldızların önüne numaralar da yazmaya karar vermişim. Son kitabı geçtiğimiz Pazar yazdım: 364*Soğuk Deri/Albert Sanchez Piñol/Aralık 2018. Tam 26 yıldır okuduğum kitapları not etmeye devam ediyorum. Fakat bir kuralım var. Başlayıp bitirmediğim kitaplar bu deftere kesinlikle yazılmıyor. 26 yıldır bu kurala karşı gelmedim. Peki, 26 yılda 364 kitap az mı? Evet az. Okumak istediğim o kadar çok kitap varken, okumuş olduklarım çok az. Fakat yine de küçümsemiyorum. Çünkü okuduğum kitapların hemen hepsi edebiyat tarihinde yeri olan değerli eserler. Şimdilerde insanlar okudukları kitapları ya facebook, instagram’da  ya da goodreads filan gibi muhtelif aplikasyonlarda listeliyorlar. Bunu hangi amaçla yaptıklarını bilmiyorum. Kimisi benim bir deftere not ettiğim gibi unutmamak ve birine tavsiye etmek istediğinde şıp diye ulaşmak için yapıyor olabilir. Tabi ki içten pazarlıklı olmaksızın çeşitli nedenlerle paylaşımda bulunan birçok insan var. Amma ve lâkin kimisi de –söylemeden edemeyeceğim- âlem alışverişte görsün neler okuyorum bilsin derdinde. Eskiden popüler mekânlarda boy gösterildiği gibi artık popüler sanal ortamlarda boy göstermek moda! Mesela Goodreads’de yorum yazıp bunları arkadaşlarınla paylaşıyorsan daha elit ve kültürlü sayılıyorsun sanırım. Edebiyat eseri okuyucuları da bunu yapabiliyor mu diye bir soru işareti beliriyor kafamda.

Ve dedikoduyu bırakıp bu yazıyı yazma sebebime dönecek olursam, 26 yılda okuduğum 364 kitabın 82 tanesini son 7 yılda okuma grubumla birlikte okumuşum ve tartışmışım. Bu kitap okuma şekli benim kitapları okuma ve değerlendirme anlayışıma bambaşka bir boyut kattı. Eskiden kitabı okurken akış içerisinde kalıp, sadece o anlarda duygulanımlar hissederdim. Bir arkadaşımla çok beğendiğim bir kitabın konusunu paylaşırken bile yeterli derinliğe inemezdim. Algım anlatılan hikâye ile sınırlı kalırdı. Kitapla ilgili herhangi bir araştırma yapma isteği hiç duymazdım.  Bende bir etki bırakan kitaplar elbette ki oldu. Bu kitaplar hala hatırımda. Hatta onları birine aktarmaya çalıştığımda yine belli bir duygulanım yaşıyorum. Fakat yeniden okumaya kalktığımda artık kahramanlar daha canlı, karakterler daha belirgin, yazarın üslubu daha ön planda, yazıldığı dönem daha önemli, (çeviri ise) çevirmen daha başrolde, yazarın milliyeti daha hatırımda gibi pek çok farklar ortaya çıktı. Bu tür detayları kimse bana öğretmedi. Ancak grup toplantılarında gündeme gelen sorular ve onlara aradığımız yanıtlar bize bunları fark ettirdi. Grubumuzun zamanla değişen üyeleri, değişmeyen kurucu üyeleri, onların meslekleri, hayattaki türlü meşguliyetleri ve deneyimleri sayesinde zenginleştik, öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz. Tür olarak “roman” okumayı seçmiş olan bu grup roman ile öykü arasındaki farkları birlikte irdelemiş, roman karakterleri ve anlatıcı üzerine çokça düşünmüş, romanın kurgusallığı ve gerçekliği üzerine tereddütler yaşamış, yazar ile eseri arasındaki paralellikleri sorgulamış, coğrafi ve tarihi yanlarını araştırmış, sosyolojik, felsefi ve edebi metinler ya da makalelerle desteklemiş; kitabın gerçekliğine dokunmak için de zaman zaman okur-yazar buluşmaları düzenlemişlerdir. Kitap okumayı yeniden keşfedişim böyle oldu işte!

Tabi, bu yazıyı yazarken, özellikle de önceki satırlarda azıcık dedikodu yaptıktan sonra, neden böyle bir yazı yazma ihtiyacı duyduğumu sorguladım. Acaba ben de kaç kitap okuduğumu gösterme egosuna kapılmış olabilir miyim? Yo hayır. Aslında o defter benim özelim. Benden başka hiç kimsenin açmadığı, görmediği ve zaten pek de ilgilenmediği bir defterdir o. Gözüm gibi baktığım, sayfaları ya biterse diye endişelendiğim, keşke daha kalın bir defter alsaydım diye hayıflandığım emektar defterim. Okuma grubum da en az bu defter kadar önemli. Fakat ne yazık ki bir süredir bazı grup üyesi arkadaşlarımız İstanbul’dan gitme planları kurduklarını söylüyorlar. Bu durum bana acı veriyor. Hiçbir şey sonsuz değildir. Biliyorum. Ama yine de grubun bir gün son bulacağı fikri beni çok üzüyor. Tıpkı defterimin yapraklarının bitme ihtimali gibi… 7 yıldır ayda bir gördüğüm ve topu topu 2 saatimi geçirdiğim bu insanlar benim için bir puzzle parçası gibi. O parça eksik kaldığında puzzle da eksiktir. Yerini tutabilecek başka türlü bir grup bulunur mu? Bulunur elbet, ama yine de bu grubun kalbimdeki yeri ayrı. İşte bu yazıyı yazmamın amacı bu üzüntümü biraz olsun paylaşmak!

Thyke 6 Okuma Grubu üyelerinin hepsine ayrı ayrı gönülden teşekkür ediyorum. İyi ki sizlerle yollarımız kesişmiş!

Sara



Blog'a ve kendime dipnot: Yazmaya yazmaya hamlaşıyorum. Bu böyle olmaz!







5 Nisan 2018 Perşembe

Yoga Camp



Biliyorum. Vietnam yolculuğumu anlatmayı yarım bıraktım. Ama ne yapayım, o sırada yaşıyorum. Yaşamaya, nefes almaya, anlar biriktirmeye devam ediyorum. Bazılarını yazarak kumbaraya atıyorum, bazılarını yazamıyorum. Ama fark ediyorum ki, hepsi bende saklı. Unuttuğum şeyler var elbette, ama yoğun duygularım asla kaybolmuyor. Bir gün çıkıveriyor beklenmedik bir anda. Hatırlıyorum...

Bu yazıma fotoğraf eklemek istemiyorum. Ekleyecek fotoğrafım olmadığı için değil. Görsel herhangi bir unsurun duygusal iletilerimin önüne geçmesini istemediğim için... Onun yerine yazarken dinlemekte olduğum müziği ekliyorum.


Dinlemek için resmin üzerine tıklayınız.


Özlem bir süre önce soruyor: İnzivaya gelir misin?

Gelirim diyorum. Detay sormuyorum. Fikren çok cazip, detayları yaşayarak öğrenmek istiyorum. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Sadece uçakla Dalaman'a gitmemiz gerektiğini mecburen öğreniyorum. Ve bir ay önceden bedenimle ruhumu buna hazırlamaya başlıyorum. Daha az yiyecek, daha çok egzersiz...

Son 2-3 gün kala otelin telefon numarasını evdekilere bırakmak üzere yeri öğreniyorum. Valizi kaptığım gibi gidiyorum. Telefonsuzzzz... Kaç kişi katılacak, hoca kimdir, program nedir, hiçbir şey bilmiyorum. Sadece gidiyorum.

Oraya vardığımızda programı öğreniyorum. Ama hiç önemi yok. Neyse o. Kendimi tamamen akışa bırakıyorum. Durup öylece manzaraya bakıyorum. O kadar yüksekteyiz ki aşağıda parıldayan o masmavi denizin kıpırtısını göremiyorum. O kadar yüksekteyiz ki ince bir katman bulutun üzerindeyiz. Ve o kadar yüksekteyiz ki ufuk çizgisi bizden aşağıda kalıyor. Her zaman yükseklerde olmayı sevdim. Ruhum dinleniyor yüksekte. Sesim susuyor. İçim konuşmuyor. Sadece kalbimin, yaşam sıvısını bedenime pompalarken oluşturduğu devinimi duyuyorum orada. Yo, hayır! Göğsüm inip kalkıyor. Nefes de alıyorum... Ve o, omuzuma sıcak elini değdiren güneş var ya... Esintiyi çekeleyip öne geçmek isteyen, ama ara sıra esinti tarafından öteye itilen bahar güneşi... Bir de Gölge var oralarda dolaşan. Büyük harfle Gölge. Kuyruğunu küçük açılarla sallayıp ıslak burnunu sevilmek için uzatan tatlı, güzel bakışlı Gölge. Üç gün önce peşine takıldığı yürüyüşçülerle giden ve hala evine dönmemiş olan, merak ettiğim Gölge. Sevdim ben burayı. Ama sadece manzara değil orayı bana sevdiren. Öyle çok şey var ki... O manzaraya hakim yoga salonu... Dolunay'ın boğuk ışığında doğada yaptığımız gece yürüyüşü... Yürüyüşün son noktasında yaktığımız ateş... Ateşi beslemek için bizi götüren arkadaşın o karanlıkta kafa lambasıyla bulup getirdiği çalı çırpılar... Ateşe attıklarımız... Kızların söylediği şarkılar... Gülüşmeler... Hele ertesi gün olanlar...

Günlerden 1 Nisan 2018 Pazar...

Ama ben ne tarihin ne günün farkındayım. Zaman algım yitip gitmiş. Sabah pratiğimiz ve kahvaltımız da sona ermiş. Odadayım. Diğerleri ileri seviye çalışmalara katılıyor. Ben ise misafir kapsamında sadece sabah ve akşam pratikleri ile idare ediyorum. Ayşe de... Konya'dan bir çekilişle gelmiş olan genç ve güzel kız Ayşe. Bizim o çalışmalara katılamıyor olmamıza doğrusu hafiften içerliyorum. Ta İstanbul'dan buraya üç beş seans yoga yapmaya mı geldim yani diyecekken "Hoooppp" diyorum. Saçmalama. Sakın içinde bulunduğun ruh halini bozacak tek bir şey söyleme! Ve Özlem koşarak odaya geliyor. Özgür'le Ayşe denize iniyorlarmış, gitmek ister misin diyor. İsterim demeye kalmadan atıyorum kendimi dışarı. Elimde fotoğraf makinesi hızlı adımlarla gidiyorum. Mayom yok. Zaten bu mevsimde hayatta denize giremem diyorum. Üzerimde hala duran yoga kıyafetleriyle biniyorum arabanın ön koltuğuna. Ayşe arkaya oturuyor. Sanırım o zaman öğreniyorum Özgür'ün adını.

Yol oldukça taşlı ve engebeli. Ama araba araziye uygun. Arkada mı otursaydım acaba diye aklımdan geçiriyorum.  İndiriyorum camı yarıya, atıyorum camdan bu düşünceyi ve tadını çıkarıyorum. Ara sıra önümüze gelen uçurumlara neredeyse aldırmıyorum. Sohbet güzel. Tanışıyoruz. Birbirimize kendimizi anlatıyoruz. Ayşe ile daha önceden kaynaşmıştık ama Özgür'le ilk defa sohbet etme fırsatım oluyor ve hemen kanım ısınıyor. Sohbet sürerken zaman zaman dik virajlar dönüyoruz. Bir ara Özgür duruyor. Kapıyı açıp iniyor. Ne oluyor diyoruz. Bir taş gördüm diyor. Biz de iniyoruz. Taşa bakıyoruz. Özgür taşın içine yerleşmiş toprağı bir dal yardımıyla temizliyor. Ortaya dinozor kemiğinin ucuna benzer bir şekil çıkıyor. Dinozor kemiği gördüğümden değil, benzetiyorum. Atıyor taşı arabanın arkasına, devam ediyoruz. Denize varmaya az zaman kala yeni bir viraja giriyoruz. Çok dar bir viraj. İki manevrada dönülecek türden. Önü de uçurum. Birinci manevrayı yapıyor. Geri vitese takıyor. Ama araba geri gitmiyor. Patinaj çekiyor. Hafif bir iki deneme daha... Nafile! İniyoruz arabadan. Biz ne yapacaksak!

Özgür bir iki taş topluyor, arka tekerleklerin arkasına sıkıştırıyor. Ayşe ile ikimiz kenarda arabanın dönmesini bekliyoruz. Araba dönünce binip denize gideceğiz ya! Özgür biniyor arabaya, takıyor vitese, pat! Fırlatıyor taşları geriye. Araba yerinde sayıyor. Ayşe yüzüme bakıyor. Çaresiz. Bir şey yapmalıyım, böyle kenarda duramam, kafanı çalıştır diyorum kendime. Daha büyük taş lazım, düzlerinden. Buluyoruz. Zaten her yer taş. Bir iki daha deniyor Özgür. Yine olmuyor. Bu defa da tersini yapalım diyoruz. Tekerleğin altındaki taşları boşaltalım, altını düzleyelim diyoruz. Özgür bir tekerleğin altını, ben diğerini... Ama manzara komik. Nar çiçeği ojelerimle taşın toprağın içindeki ellerim tam bir tezat. Oje senin neyine diyorum içimden, ama bir yandan da gülüyorum. Sadece ben değil hepimiz gülüyoruz. O sıra sanki bir oyun oynuyoruz. Öğle eğleniyoruz ki... Kimse söylenmiyor, kimse hayıflanmıyor. Belki bir saattir güneşin altında eğilip kalkıyoruz, terliyoruz; ama biz hem odaklanmış o tekerlekleri oradan nasıl kurtaracağımızı düşünüyoruz, hem gülüyoruz. Bir ara sanırım Özgür'ün aklına su içmek geliyor ki, içerileri karıştırıyor ve bil bakalım ne çıkıyor? Bir şişe bira... Öyle bir kahkaha kopuyor ki hepimizden, gören duyan anlam veremez. Soğuk mu bari diye soruyorum. Tam kıvamında diyor.

Bir ara değişik bir çocuk ağlama sesi geliyor bir yerlerden. Çok tuhaf! Çünkü dağların tepelerin arasında yalnız olduğumuzu sandığımız bir anda bir çocuk sesi bize yalnız olmadığımızı düşündürüyor. Bir çocuk ve belki annesi... Yardım isteyebilir miyiz acaba? Yo, hayır. Onlar ne yapabilir ki?! Kısa bir süre devam ediyor bu kesik kesik ağlama sesi. Amma da ağladı çocuk deyince jeton düşüyor. Özgür sesin bir keçiye ait olabileceğini söylüyor. Bu seçenek daha makul görünüyor gözüme. Böyle şımarık bir çocuk ağlaması ancak büyük şehirde bir alışveriş merkezinde duyulabilir cinsten. Oysa bir dağ köyünde rastlayacağımız çocuk öyle bir kaprisi belki de çocukluğu boyunca hiç yapmamıştır diye aklımdan geçiriyorum. Devam ediyoruz işimize. Öyle yapıyoruz olmuyor, böyle yapıyoruz olmuyor. Bu arada bazen Özgür'ün telefonu çalıyor. Özgür ofisin masasına oturur gibi arabanın koltuğuna oturuyor, kolunu da cama yaslıyor, müşteriye sakin sakin bilgi veriyor. Telefonun öte tarafındaki bu yakada olanlardan habersiz rezervasyon yaptırıyor, bizimki de rezervasyonu mis gibi alıyor. Bu durumu hayranlıkla izliyorum. Dersler alıyorum, öğreniyorum. Önünde saygıyla eğilmek istiyorum. Terin tozun arasında metanetinden ödün vermeyerek gösterdiği bu sükunet bende büyük etki yaratıyor. Ayşe'de hafif bir endişe hissediyorum, ama bizim sakinliğimiz onu da yatıştırıyor ve tekrar strateji yapıyoruz. Özgür krikoyu ve onu açmak için kullanacağımız çengel uçlu iki mafsallı çubuğu bulup çıkarıyor.

Çıkardığı krikoyu arka tekerleğin önündeki bir yerlere takıyor. Ben de çubuğun mafsallarını sabitliyorum ve çengeli krikoya geçiriyorum. Bu işi yapabileceğime emin değilim, ama denemeden bilemeyeceğim. Deniyorum, olmuyor. Ağır geliyor. Özgür çeviriyor. Lastik kalkıyor. Ayşe altına konulacak taşı bulma görevini üstleniyor. Üzerinde uçuşan mini elbisesi ve bembeyaz ayakkabılarıyla o da en az benim ojelerim kadar tezat bir görüntü oluşturuyor içinde bulunduğumuz duruma. Büyük ve düz olan pek çok taş bulup getiriyor. Özgür taşlardan birini sol arka lastiğin altına yerleştiriyor ve indiriyor. Aynı işlemi sağ arka lastiğe de yapıyor. Bu defa başarma olasılığı daha yüksek görünüyor gözüme, ama yine de emin olamıyorum. Belli ki Özgür'ün de tereddütleri var. Arabayı hareket ettirmeden önce kritik soruyu soruyor: Hanginiz araba kullanmayı biliyor? O bir anlık sessizlikte içimde patlamalar meydana geliyor ve cevap vermeden önce, içimdeki büyük kalabalık dışarıdan duyulmayan ancak bana oldukça yüksek volümlü gelen iç konuşmalara başlıyor: Önümüz uçurum... araba düz vitesli... ben on küsur senedir düz vitesli araba kullanmıyorum... üstelik bu küçük bir araba da değil... önce hangi pedala basıyordum... hatırlamıyorum... ama şu an bana ihtiyaç var... yapmalıyım... yapabilirim... hadi... Ben biliyorum diyorum, ama sesim titrek. Gözler bende. Biliyorum ama yıllardır düz vitesli kullanmadım. Tamam geç direksiyona diyor Özgür, ben iteceğim. Ayşe de geçiyor itme mahalline. Sırtlarını uçuruma veriyorlar. İçim hopluyor. Geçiyorum direksiyona. Kalbim ağzımdan çıkacak. Belki on defa "bi dakka" diyorum. Yüzde yüz konsantre olmaya çalışıyorum. Bir ayağım frende, ötekiyle debriyaja basacağım ama dikkatimi frendeki ayaktan almaya korkuyorum. Tamam yapacağım şimdi: Bi dakka... Artık arabanın saplandığı yerden kurtulma meselesini düşünemiyorum. Yeni bir sorumluluğum var: Direksiyon başında yapılması gerekeni yapmak. Son bi dakkamı da söyledikten sonra o hamleyi yapıyorum, araba hafiften hareket ediyor, ama yeterli değil. Olsun! Ben ayağımı frenden kaldırıp gaza basabildim ya, o an "ben"i aşıp "biz"e varıyorum. Doğru yoldayız. Mücadeleye devam...

El frenini var gücümle çekip iniyorum. Tekerleğin oralarda ne olup bittiğini inceliyoruz. Haydi bir deneme daha. Tekerlek tekrar kalkacak. Özgür'ün gücünü idareli kullanmalıyız. Daha ne kadar çalışacağımızı bilmiyoruz. Direksiyona da geçtim ya, bi güven geliyor. Krikoyu kaldırma işini tekrar deniyorum. Onu da başarıyorum. Tekerleğin altına yerleştirdiğimiz tek bir büyük taş yetersiz kalıyor. Geri gidebilmek için gereken mesafeyi düz ve büyük taşlarla döşemeye karar veriyoruz. Neredeyse yol inşa ediyoruz. Hepimiz uygun taş arıyoruz, buluyoruz getiriyoruz. Gidiyoruz, yine arıyoruz, buluyoruz, biriktiriyoruz. Bu sağ lastik için, bu sol lastik için... Bir ara Ayşe bir çığlık atıp koşmaya başlıyor. Örümcek, örümcek diyor. Ne örümceği, niye koşuyorsun deyince elim kadar, tüylü ve siyahtı diyor. E dağdayız, normal! Özgür hani nerede göster deyip oraya gidiyor. Ben de -meraklı turşucu- el kadar tüylü siyah örümceği görmeye gidiyorum. Örümcek yok meydanda, ama yuvası duruyor. Bildiğimiz örümcek ağlarından değil. Taşın alt yüzeyine yapmış yuvasını. Mükemmel bir dikdörtgen. İpek bir tül gibi. Öyle bir emek var ki o yuvada... Taş tam aradığımız türden olmasına rağmen, örümceğin yuvasını bozma küstahlığını göstermiyoruz ve taşı tekrar çevirip bulduğumuz haliyle oracığa bırakıyoruz.

Off... Birazcık su olsa! Özgür arabanın içinde bir yerden yarım şişe su buluyor. O suyu bir diksem hepsini içer bitiririm, ama bitirmiyorum. Halen orada ne kadar daha kalacağımız belli değil. Bir yudum alıp duruyorum. Haydi kriko başına. Bir kez daha kaldırıyorum arabayı. Ve bir kez daha... Yetmiyor, bir kez daha... Kendimi Herkül gibi hissettiğim anlar oluyor, ama yoruldukça bu hissiyatım kayboluyor. Güneş ve susuzluk yoruyor. Bir ara arabayla konuşmaya başlıyorum. Artık bu son şansın diyorum. Sana yeterince kredi verdik. Çok değerli anlar geçirdik. Çok şey öğrendik. Çok şey paylaştık. Müthiş bir ruh haliyle müthiş bir çember kurduk. Ama yeter. Ders bitsin artık ve biz gidelim. Söz bak! Denize de gireceğim. Özgür de denize girmek farz oldu artık diyor. Üzerimizde biriken ince toz tabakası ile Özgür'ün yüzündeki siyahlıkları ancak deniz suyu temizleyebilir. Denizin hayaliyle, döşediğimiz yolun da mükemmel görüntüsüyle, kendimizden neredeyse emin bir şekilde bu iş artık bitti diyerek ben direksiyona, Özgür ve Ayşe de uçurumun kıyısına araba itme pozisyonuna geçerek son fiskeyi vuruyorlar. Eğer bu defa da olmazsa yürüyerek denize ineceğimizi, arabayı orada bırakacağımızı, telefonla yardım çağıracağımızı söylüyor Özgür. Konsantrasyonumuzu topluyoruz veeeee... Araba yerinden oynuyor! Döşediğimiz taşlar işe yarıyor ve kurtuluyor saplandığı noktadan. Ama ne yazık ki gitmesi gereken yöne doğru değil de, yana doğru kayıyor araba...

Yıkılıyor muyuz?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum.

Ama bu an çok önemli bir an. Pes edebiliriz, çünkü öyle demiştik. Ve öyle bir yılgınlık hali oluşuyor ki, öyle bir hayal kırıklığı var ki, pes etmek kaçınılmaz gözüküyor. Ya da etmeyebiliriz. Ayşe de o ışığı tam olarak göremiyorum, ama Özgür iki buçuk saattir süren kurtarma operasyonuna daha yeni başlamış gibi davranıyor. Ve az önce kurtulduğumuzdan emin olduğumuz için arabaya kaldırdığımız krikoyu yeniden çıkarıyor. Çubuğun mafsallarını fark etmeden krikoya çengeli takıyor. "Bi dakka, bi dakka" deyip mafsalları sabitliyorum ve Özgür var gücüyle çeviriyor. O da yoruldu, biliyorum. Ama artık yöntemin doğru olduğundan eminiz, yapabiliriz diyor. Hayranlığım boyumu aşıyor. Bir ömürdür bu kadar dirayetli olamadım. Kim bilir kaç kereler tam sona yaklaştığım anlarda pes ettim. Ve şu an, tam şu an yine pes edebileceğim andır. Bu kadar çabalayıp, son darbeyi indiremeyeceğim, ve çaresizlik içinde yardım isteyeceğim, bu nedenle hep mahzun kalacağım andır. Başkalarına muhtaç olma duygusundan kurtulamayacağım, özerkliğimi kazanamayacağım ve yardıma muhtaç olarak yaşamımı sürdüreceğim andır. Ama eğer pes etmezsem neler olabileceğini bana reel bir zaman diliminde ispatlıyor Özgür ve onun sayesinde o son hamleyle yardımsız kurtuluyoruz.

Arabanın yola devam edebileceği hissi, bir kuşun özgürlüğe kanat açtığı anın hissi ile eş değer sanki...

Sarılıyoruz birbirimize...

Hissettiğim yegane şey mutluluk.

Ama kurtulmanın mutluluğu filan değil. Bir şeyin mutluluğu da değil. Saf ve katıksız bir mutluluk. Kendinde mutluluk...

Denize varıyoruz.

Düşünmüyorum, çıkarıyorum üzerimdekileri. Kayanın üzerine bırakıyorum eşyalarımı. Ayşe suya hızla giriyor. Arkasından Özgür. Suyun soğuk olduğunu biliyorum. Hayatımın ilk 48 senesini soğuk suya girmemeyi tercih ederek geçirmiştim. Bugün ise özel bir gün. Belki yeni hayatımın ilk günü. Taşlı denizde koşarak atıyorum kendimi suya. O an zihnimde çocukluğum canlanıyor. Caddebostan plajında denize girdiğim çocukluğum... Suyun aşama aşama beni ıslattığı, nadiren koşarak girebildiğim deniz ve çocuk ben... Kollarımı eller yukarı pozisyonuna alarak parmaklarımın ucunda ancak yarım saatte suya girebildiğim çocukluğum... Herkes yüzüp döndükten sonra ancak şöyle bir ıslanıp, bir iki dalıp kova ve kürek ile kenarda oynadığım çocukluğum... Bu kez bir döngüyü kırıyorum ve soğuk sulardayım, çığlık çığlığa. Su öyle soğuk ki buz denizine atlamış gibi hissediyorum. Çığlıklarım dağlardan yankılanıp bana geri dönüyor. Yüzüyorum. Daha doğrusu çırpınıyorum. Bu ne kadar sürüyor bilmiyorum, ama tenim bir süre sonra uyuşuyor ve soğuğa alışıyorum.

Özgür ileriyi göstererek burunun ardındaki mağaraya gidelim diyor. Tamam, hadi siz gidin ben geliyorum diyorum. Deniz biraz hareketli. Su epey tuzlu. Mağara dediği yer kayalığın altında kubbe biçiminde genişçe bir oyuk. Deniz çarpan dalgalarıyla kayayı oymuş. Giriyoruz içeri. Biraz tekinsiz hissediyorum kendimi. Özgür çıkıp kenara oturuyor. Ayşe'ye de tavsiyelerde bulunarak onu da çekip çıkarıyor. Bir de yetmezmiş gibi beni de oraya çağırıyor. Yahu Özgür'cüm beni boşver, ben burada iyiyim, bak ne güzel her yer mavi filan deyip kandıramıyorum. Evladım, ben elli yaşında kadınım, yapamam öyle şeyler. Zaten mayom da yok. Dil döküyorum, ama anlatamıyorum. İlla da çıkacağım. Peki, battı balık yan gider deyip çıkıyorum dipteki kayaya. Dönüp mağaranın ağzına bakıyorum. Güneşin yansımalarıyla birlikte su zümrüt rengine bürünüyor ve mağaranın tavanında kristal yansımalar oynaşıyor. Üşüyeceğimi sanmıştım, ama üşümüyorum. Ürpermiyorum bile. Bir yoksunluğumun daha üstesinden geliyorum. Bugün 1 Nisan 2018 Pazar. Yeni başlangıçlar ve idraklar günü. Kendimi var ediyorum. Varlığımı kutsuyorum. Güçlü bir kadın olduğumu biliyorum, ama öyle çok zayıf ve kırılma anlarım oluyor ki birinin desteğine ihtiyaç duyuyorum. Yardım değil, sadece küçük birkaç cesaret tohumu... Kolayca pes etmemeyi kendi tavrıyla az önce ispatlamış biri üzerime tam da bu tohumlardan saçıyor. Bu armağanları gönülden kabul ediyorum ve mutlu oluyorum.

Sonra ikinci bir mağaraya daha gidiyoruz. Ve karaya dönüyoruz. Ben sanırım Nirvana'dayım. Üstümde bir aldırmazlık, bir rahatlık, öylece çıkıyorum sudan. Karadaki kuru kıyafetlerimi giyiyorum. Ayşe de üzerini değişiyor. Özgür ise kıyıda ateş yakıyor. Bir süre de ateşin etrafında sohbet ediyoruz. Fotoğraf filan çekiyoruz. Yani keyfin dibine vuruyoruz. Zaman yok... Mekan yok... Önyargı yok... Bekleyen yok... Ve üçümüzden başka hiçbir şey yok sanki. Ufak tefek hikayeler var ,ama sadece gülünesi hikayeler gibiler. Bir ara aklıma oteldekiler geliyor. Özellikle de ileri seviye derslere katılamadığıma içerlediğim düşüncesi üşüşüyor... İleri seviye ders neymiş gelsinler, görsünler diyorum içimden. Gerçek bir ruhsal arınma, temizlenme ve belki de sıçrama yaşıyorum. Meditasyon, farkındalık, beni saran dış dünyanın hücrelerim ve ruhumla olan teması. Hepsi aktif.

Devam etsem belki daha söyleyecek çok şey bulurum, fakat hissiyatımın zirve noktasına ulaştığı şu anda yazmayı kesmek istiyorum. Ve bunları yaşayabildiğim için evrene teşekkür ediyorum.







8 Mart 2018 Perşembe

Ho Chi Minh City by night...



With my special thanks to my sweet moto-rider Nguyen Le Vi... 💙

Akşam macerasına hazır bir şekilde lobby'ye iniyoruz. Ortada yoklar. Dışarı çıkıyoruz. Rehberle karşılaşıyoruz. Yan taraftalar diyor. Yan tarafa doğru yürüyoruz. Epey kalabalık görünüyorlar. Biz dört kişiyiz. Onların da dört olması gerekmiyor muydu? Yapacağımız şey şu: Her kişiye bir üniversite öğrencisi olmak üzere motosikletlerle dört saat boyunca bütün şehri gezip, beş ayrı durakta sokak yemekleriyle tanışmak ve kentin iç yüzüyle karşılaşmak... Çok heyecanlı değil mi?!

Önce gençlerle tanışıyoruz. İsimleri anlaşılır gibi değil. Bazıları kendilerine batılı isimler, lakaplar bulmuşlar; ancak öyle başa çıkabiliyorlar. Ama ben onunla bile başa çıkamadım. 10 saniye sonra aklımda hiçbir isim yoktu. Sayıyorum, gençler 5 kişiler. Bizim rehber, yerel rehber, motorlar filan derken bütün kaldırımı işgal etmişler. Gençlerden biri bize motorlarımızı gösteriyor. O an daha alıcı gözüyle bakıyorum. Benimki beyaz. Vespa kıvamında. Uçakta verilen güvenlik bilgilerine benzer motora inme-binme ve yolda olma bilgilerinden sonra küpe ve kolyelerimizi de çıkarmamızı istiyorlar. N'olur n'olmaz! Onları da çıkarıyoruz. Ve artık motorlara binme zamanı... Kasklar takılıyor, ayarlanıyor. Sağdan doğru motora biniliyor. Heyecan dorukta. Bu anlar fotoğraflanmaz mı?! Hemen bir fotoğraf...


Ve yola çıkıyoruz.

Müthiş...

Hava öyle güzel ki, ne ısınıyorsun ne üşüyorsun. Motorla hızlı gitmediğimiz için öyle rüzgar filan da olmuyor. Limonata gibi işte... Işıklı yollardan geçiyoruz. Onların yılbaşılarıymış. Yeni yıl nedeniyle her yerde sarı çiçekli, kırmızı süslemeli ışıklandırılmış ağaçlar var. Sarı renginin uğur getirdiğine inanıyorlarmış. Gündüz yerel rehber söylemişti. Ve ayrıca bu yıl köpek yılıymış. Uğurlu olsun...

Etrafıma bakınırken ve diğer motorlarla ilişkimizi gözden geçirirken kendimi akışa dahil hissetmeye başlıyorum. Motorların birbirleriyle olan mesafelerini, görünmez kurallarını, ilişkilerini algılıyorum. Bazen boş bulunuyorum, irkiliyorum. Ne de olsa henüz ortama yabancıyım. Ama her geçen dakika biraz daha yakınlaşıyorum. Beni arkasında taşıyan kızcağız bana sürekli bir şeyler söylüyor. Fakat karşılıklı konuşurken anlamadığım bir telaffuzu motorda giderken nasıl anlayabilirim ki? Çok zorlanıyorum, ama bu işi çözmeye niyetliyim. İngilizcemin parlak olmadığı doğrudur, fakat her nasıl oluyorsa telaffuz çözmede birinciyim. Kızcağızın söylediklerini can kulağıyla dinliyorum. İki cümle söylediyse, ben iki kelime yakalıyorum. O iki kelimeye dayanarak cevap veriyorum. Öyle öyle anlaşıyoruz. Konuşkan ve sevimli bir kız.

Diğer motorlarla arkalı önlü grup halinde gidiyoruz. Motordan motora laf atmalar, fotoğraf çekmeler, fikir beyan etmeler bol. Meğer en önde de grubun başı gidiyormuş. Biz sadece dört motor olacağımızı sanıyorduk, fakat sonradan öğrendiğimize göre gençlerin bazıları ilk kez çıkıyormuş, o yüzden turu düzenleyen arkadaş da bize eşlik ediyor. O da çok sempatik ve işini canla başla yapan bir genç. Mutlu mesut ilk durağımıza varıyoruz. Motoru park ediyoruz. Kaskları çıkarmayı öğreniyoruz. Ben her tür kurala uymayı takıntı haline getirmiş biri olarak tam inmem gerektiği şekilde iniyorum.

Durduğumuz yer bir köşe. Büfe kıvamında. Kaldırıma taşan cinsten ufacık bir tezgah. Köşenin yan tarafında sokak üstü küçük masa ve sandalyeler. Fakat o sandalyelere ancak bir çocuk sığar. O kadar minyon insanlar ki benim 12 yaşındaki kızım orada uzun boylu sayılıyor. Neyse, grup başımız iki tane bir şey sipariş ediyor. Adını sormayın. Hatırlamıyorum. Kadın şipşak torba gibi bir kaba biraz ondan biraz bundan dolduruyor, üzerine soslar atıyor, bir de güzel karıştırıyor, hepsini kutuya döküyor. Kutunun içine bir kaç şey daha ilave ediyor. Kapatıp elimize veriyor. Birini bize, diğerini Mehmet beylere... Birer de çubuk...


Yiyebilirsen ye! İçimde hafif bir direnç... Savaşçı ruhum zincirlerini kırıp atıyor kendini ortaya, açıyor kutuyu ve direnç mirenç dümdüz oluyor. Lezzet fena değil, ama içindeki asetat parçaları beni biraz zorluyor. Asetat parçaları dediğime bakma. Onlar aslında pirinç yufkaları. Gündüz Cu Chi tünellerinde yapımını izlemiştim. Pirinç suyunu bambu hasırların üzerine 20-25 cm çapında döküp güneşte kurutuyorlar. Kuruduklarında daha çok aydıngere benziyorlar. Sonra da onlarla "fresh spring roll" yapıyorlar. Gündüz başka bir yerde kadının biri bunları makasla doğruyordu, ne yaptığını anlamamıştım. Şimdi kavrıyorum durumu. Ama bunları biraz kalın dökmüşler, aydıngeri geçmiş, asetat olmuşlar.

Birden fark ediyorum. Biz yiyoruz gençler bakıyor. Yahu böyle olur mu, siz niye yemiyorsunuz deyince onlar da birer çubuk alıyorlar, bizim kutulara ortak oluyorlar. Yani öyle bir durum var ki! Bugüne kadar öğrendiğimiz tüm hijyen klişe ve kriterlerini Saigon nehrine atmam gerekiyor. Bağrıma tuz basıp bir kısmını atabiliyorum ancak. Gecenin tadını çıkarabilmem için en azından bir süreliğine bildiklerimi unutmalıyım. Ok! Başaracağım. Onlar yaşıyorsa ben de yaşayabilirim. Ay, ne mücadele bu... Haydi yeter bu kadar, gidelim!

Ohhh! Oradan kurtuluyoruz. Yeni bir yere doğru yola çıkıyoruz. Yolda olmayı seviyorum. O akışa dahil olmak hoşuma gidiyor. Yolların birleşim noktaları, sağa ve sola dönüşler çok değişik. Ne biz, ne karşıdan gelen neredeyse hiç bir zaman durmuyor, fakat tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp geçiyoruz. Bu örüntü hiçbir köşe başında yada kavşakta bozulmuyor. Sadece kırmızı ışıkta duruyoruz. Öyle ki, gidiş geliş olan ana caddedeki kavşağın tam orta yerinde hiç durmadan geçerken gördüklerimi sayıyorum: Sola dönmekte olan biz, karşıdan gelmekte olan bir otomobil ve arkasındaki kamyonet, 4-5 tane bizimle beraber sola dönecek olan motor (düz gidenleri saymıyorum) ve tüm bunların içinden şeffafmışçasına geçmekte olan omuzu kefeli vatandaş. Biz bu tablonun neresindeyiz? Otomobil ile kamyonet arasında! Yaya nerede? O da aynı koordinatın gölgesinde... Bilmem anlatabildim mi?! İşin daha da ilginç yanı bütün bu tuhaf akışta hepimiz sakiniz. Kimse kimseye söylenmiyor. Hakikaten akıp gidiyoruz. Suyun taşı aşıp aktığı gibi...

Veee ikinci durağımıza geliyoruz. Bu defa yemek için dükkanın içine giriyoruz. Ama cam, kapı filan yok, her yer açık. Alüminyum masalar ve tabureler var. Yerler leş. Grup başı dördümüzü yan yana oturtuyor. Onlar da karşımıza tespih gibi diziliyorlar. Bu defa sulu bir yemek yenecek. Siparişleri veriyor ve açıklama yapıyor: "Bizde bir lokantanın yerlerinin kirli olması iyi bir şeydir. Oraya çok kişinin geldiğini gösterir ki, bu da lezzetli olduğunun işaretidir" diyor. Bakış açısı diye buna denir. Bazı şeyleri farklı algılamak için sadece bakış açımızı değiştirmeliyiz.

Noodle çorbaları fena değil. En çok sevdiğim lezzet içindeki limonotu (lemongrass). Karideslisi daha güzel filan derken Haydaaa! Bunlar yine gülümseyerek bizi seyrediyor! Çocuklar buyursanıza diyoruz da onlar da kendilerine bir şeyler alıyorlar. Adeti bilmiyoruz ki! Aldıklarını ortaya getiriyorlar da çorba ortadan nasıl yenir bize öğretmediler birader! Herhalde bizi dünyanın en görgüsüz, aç gözlü insanları falan sanmışlardır. Düşün, çocuklar evlerinde bir tas çorbayı dört kişi yemeye alışmışlar, Türkler gelmiş çorbayı önüne çekmiş kimseye vermiyor. Heyyarappi! Anlatsan anlatamazsın ki. Çorbalar da bitince bir fotoğraf çekelim bari diyoruz.


Orada epey sohbet ediyoruz. Mavi tişörtlü kız 25 yaşında, muhasebe işi yapıyor. Yanındaki benim şeker kız. 23 yaşında. O da muhasebede. Adı yine zor geliyor. Unutuyorum. Onun yanında Ti var. Ti adını şöyle söylüyor: "Tea, not coffee". Komik çocuk. Çocuk dediğime bakma, hiç göstermiyor ama Ti grup başı ve 38 yaşında. Onun yanında ayakta olan 19 yaşında ve lise öğrencisi. En sağda da Lukas 22 yaşında. Pırıl pırıl çocuklar. İnanılmaz saygılı ve sevgi dolular. Dini inançları yok. Dua etmez misiniz diye sorduk. Ederiz, dedelerimize ederiz; bahçede dedelerimiz yatıyor, her gün onların başına gider dua ederiz dediler. Tek tanrılı din diye bir şeyin varlığından haberdar değiller. Ne İslam deyince anlıyorlar, ne Yahudi deyince. Sadece Katolik deyince tanıdık geliyor, çünkü istilalar esnasında Fransızlar oraya kilise inşa etmişler de ondan.

Birden Ti sırt çantasından bir şeyler çıkarmaya başlıyor. Meğer muhtelif içkiler varmış içinde. Ve küçük bardaklar. Tatlı bir şarap denettiriyor bize ilk olarak. Fena değil. Arkasından pirinç rakısı, arkasından bir tane daha... Ağır ol kardeş, böyle yaparsan motorun arkasına küfe monte ettirmen gerekecek vallahi. Zaten önden bira da içmişiz. Ben pas geçiyorum doldurduklarını. Gençler ev yapımı buzlu çay içiyor. Alkol yasak. Motor kullanıyorlar. Buyur da edemiyoruz. Doldurma diyorum artık. Ve bombayı çıkarıyor çantadan. Son içki içmelik değil izlemelik.Yani, bana göre öyle! Ama aramızda cesaret ataşeliği yapanlar da oluyor elbette. Bakınız Şekil 1


Bir kobra, ağzında da bir akrep. İçip de ne olacak? Kanatlarım çıkacaksa bi düşüneyim. Çıkmayacakmış madem içmiyorum o zaman ;) Son gülüşmeler ve fotoğraflardan sonra yerimizden kalkıyoruz. Arkamızdakiler kağıt oynuyor. Tanıdığımız kağıtlarla tanımadığımız bir oyun oynuyorlar. Oyunu izleyerek anlamaya çalışıyoruz, fakat anlayamıyoruz. Anlatmalarını da beklemiyoruz. Pınar hanım kanasta diyor, ama katiyen değil. Kanastayı iyi bilirim. Her neyse... Onları izlerken duvarda duran fotoğraflara gözüm takılıyor. Savaşta mı öldüler acaba diye aklımdan geçiriyorum. Ama detaylara dikkat etmiyorum. Ancak sonradan fotoğrafa bakarken üzerindeki haçı fark ediyorum. Şaşırıyorum.


Ve dışarı çıkıyoruz. Üçüncü durağa doğru... Bu defa ana caddelerden içerilere doğru giriyoruz. Akış hızımızda hiçbir değişiklik yok neredeyse. Ama biz ara sokaklardayız artık. Ara sokaklar tam bir labirent. Biz o labirentlere güvenle dalıyoruz. Gerçek olmayacak kadar ütopik, hayal olmayacak kadar gerçek. Gördüklerim gözlerimin önünden hızla kayıyor, fakat zihnimde izler bırakıyor. O yoksulluk, yoksunluk, alışmışlık, durgunluk... Kokular, sesler, ışıklar, renkler... Duyularıma ve duygularıma değen onlarca, yüzlerce ayrıntı... Onca sefaletin içinde, mevcudiyetini dinginlikle sürdüren onlarca, yüzlerce insan...





Karar veriyorum. Hijyen batının dizayn ettiği bir kavram. Din kavramının nasıl burada geçerliliği yoksa , hijyen kavramının da yok. Oysa hepsinin dişleri bembeyaz, saçları tertemiz. İnsanlar kötü kokmuyor. Tırnakları bakımlı. Giyimleri düzgün. Her gittiğimiz yerde önce ıslak mendil ikram ediliyor. Peki, nedir bu çelişki? Üzerine çok kafa yormam lazım. Düşünmem lazım. Okumam lazım. Bu merak beni heyecanlandırıyor. Ve daha güzeli bu heyecan beni ben yapıyor, beni kendime getiriyor, içimdeki potansiyeli enerjiye dönüştürüyor.

Üçüncü durağımız deniz ürünleri ile ilgili. Bende tokluk hissi hakim, ama daha yolu ancak yarılıyoruz. Daha ne yiyebiliriz ki diye düşünmeden edemiyorum.  Etrafıma bakayım mı bakmayayım mı ona bile karar veremiyorum. Ama öte yandan bu tur ülke gerçeğine nüfuz etmek için eşsiz bir deneyim. Halkın içinde, şehrin kalbindeyiz. Deniz ürünleri her yerde. Öyle karides marides değil. Damardan. Etrafıma bakmaya başlıyorum.

 
 

Grup başı bize oturacak yer ayarlıyor. Bir telefon kulübesine kaç Çinli sığar deneyinin 1 metrekarelik masanın etrafına kaç Türk ve Vietnamlı sığar versiyonunu burada test ederek oturuyoruz. Yine Türkler Vietnamlılara karşı masa düzeninde. Ayaklarımızın altı sürtünmesiz alan yeminle. Neft yağı sürmüşler mübarek! Hayatımda bundan daha kaygan bir zemine bastığımı hatırlamıyorum. Ti masayı donatıyor. Küçük küçük tadımlıklar. Öğrendik artık, baştan buyur ediyoruz. Beklediğimden daha iyi diyebilirim. Ördek yumurtası hariç. Yumurtayı, kabuğundan çıkmamış civcivken hayvanın altından alıp pişirmişler. Yuh dedim yani! Bünyem kabul etmez.

Artık bittim tükendim. Eve gitmek istiyorum. Ama daha bitmedi. 2 durak daha var. Bende de valizim gibi tek bir pirinç tanesine yer kalmadı. Bundan sonrasında sadece izleyiciyim. Kalkıyoruz. Sokağın başına doğru ilerliyoruz. Bulaşık kovaları zihnimin mantık kanallarını zorluyor.


Haydi bir de anı fotoğrafı olsun diyoruz. Topluca fotoğraf çektiriyoruz.


Hayırlısıyla dördüncü durağa doğru yola çıkıyoruz. Artık gözüm hiçbir şey görmüyor. Sanırım doz aşımı söz konusu. O durak tatlı ve meyve durağı. Anlatmaya mecalim yok, zaten anlatacak bir şey de yok. Daha doğrusu hatırlamıyorum. Zihnim o kadar kabul etmemiş! Son durak kahve olsa gerek diyorum, ama sorgulamıyorum. Zaten bu turun en güzel yanlarından biri de kimsenin şimdi nereye gidiyoruz diye sormaması. Sadece gidiyoruz ve yaşıyoruz. Son durağa doğru yola çıktığımızda içimde bir şükür. Motor otoyola çıkıyor. Azıcık yüzüme rüzgar esiyor.


Sonra yine bir sokak arası... Bir tane daha... Dükkanlar... Çiçekçiler... Lokantalar... Bir ara etrafımıza bakıyoruz, grubun yarısı yok. Duruyoruz. Beklemeye başlıyoruz. Hayret nerede kaldılar? Pınar'la fikir yürütüyoruz. Telefon mu etsek? Telefonları fotoğraf çekme haricinde kullanmıyoruz ama. Kızlara söylesek de onlar sorsa. Söylüyoruz. Mesaj atayım diyor. Yahu yolda giderken mesaja mı bakacak? Atıyor bir mesaj. Biraz daha öyle bekliyoruz. Cevap yok. Bu defa benimkine söylüyoruz. Başka yol yok, bu yoldan gelecekler diyor. İyi de evladım 15 dakika oldu, hala yolu bulamadılar mı? Aralarında Vietnamca konuşuyorlar. Sanki bir şey söyleyecek gibi. Konuşup duruyorlar. Bize çözüm getirmiyorlar. E valla 20 dakika orada öyle tuhaf hislerle bekliyoruz. Birden üç motor birden karşımızda beliriveriyor. Neredesiniz siz demeye kalmıyor, arkalarından çiçek buketleri çıkıveriyor. Bizim yağlar da eriyor. Programın beşinci ve son durağının bu kadar zarif ve naif olması bütün bonusları hak ediyor. Bravo doğrusu! Çok etkileyici. Bu yorgunluğu ve tükenmişliği ancak böyle bir güzellik ortadan kaldırabilirdi. Ve dahası böylesine ince bir düşünceyi programa dahil etmek, bana kalırsa yalnızca Ti'nin fikri değil, Vietnam kültürünün bir parçasıdır diye düşünüyorum.

İşte Ho Chi Minh City'de akşam turunun sonu... Geriye hoş bir seda kalıyor. Benim kız ile vedalaşırken çiçeği ona takdim ediyorum: Biz yarın uçuyoruz, çiçekler ölmesin diyorum. İnanılmaz seviniyor. Gecenin başında Avrupa'yı gezmek istediğini ve bunun için deli gibi çalışıp para biriktirdiğini söylemişti. Onu evime davet ediyorum. Aç diyorum Facebook'unu. Yazıyorum adımı. Ekle diyorum beni. Ekliyor. İstediğin zaman gel diyorum. Gözlerinin içi gülüyor.


Adını eve gidince öğreniyorum. Nguyen...

Best wishes and good luck Nguyen 💟



6 Mart 2018 Salı

Günaydın Ho Chi Minh City...


Telefon sesi...

Bir de üstüne alarm...

Saat 6.30. Offf... İstanbul'da daha saat 2.30. Bu saatte nasıl kalkılır? İstanbul'u unut dostum. Başka bir alemdesin. Bir süre burada kalacaksın. Saatlere alışsan iyi edersin. Peki, tamam diye biten kendimle yürüttüğüm diyalog sonunda paşa paşa kalkıp perdeyi açıyorum. Şu otel perdelerine dokunmak ayrı bir diyalog konusu da, oraya girmeyelim. Manzara karşı bina. Dandik yani. Nehir tarafına bakan var mıdır diye geçiyor aklımdan, ama soracak değilim. Hazırlanıp kahvaltıya iniyoruz. Salon dolu. Açık büfe müthiş, ama bende iş yok. Hala üzerimden muşmulalığı atamamışken o balıklar, noodle'lar, sushi'ler nasıl yenir? Bu sabah bildiğimden gideyim yarın sabah düşünürüz deyip, peynir, İtalyan salamı, ekmek filan alıyorum. Meyveli, yulaflı yoğurt nefis. Hele sunumları çok şeker. Küçük kavanozcuklara envai çeşit meyve ile kat kat rengarenk doldurmuşlar. Ananaslısından alıyorum. Bir tabak da meyve... Daha önce hiç dragon fruit denememiştim. Ya da belki yıllar önce Çin'de yemiş olabilirim, ama hatırlamıyorum. Zaten matah değil. Fakat passion fruit harika. Ekşi ekşi ama çok sevdim. Çapraz masada Avrupalı bir çift de passion fruit yiyor, ama tutkunun dozunu biraz kaçırmışlar. Her biri tam 6 tane almış, tutku üstüne tutku yiyorlar karşılıklı. Ürtiker olacaklar yeminle. Kendi kendime gülümsüyorum.

Tura çıkmak üzere lobby'de buluşuyoruz. Ve Tülay hanım bana, ben Tülay hanıma mahcup... Ne ben onu tanıdım, ne o beni! Lisa söylemese fark etmeyeceğim. Nil'in anneannesiyle aynı turdayız. Tesadüfün iğne deliği. Üstelik evine filan da gitmişliğim var, ama hafıza problemim malum had safhada. Hep beraber gülüşüyoruz.

Sekize doğru biniyoruz otobüse. Rehber ön koltuklara dönüşümlü olarak binmemizi tembihliyor. Kim bilir kimler bu yüzden kavga ettiyse! Zaten istemem, yüreğim kaldırmaz bu trafiği. Gideceğimiz yer Cu Chi tünelleri. Bir de yerel rehberimiz var. Adını unuttum. Hatırlamak mümkün değil. Hım mıdır nedir?! Tuhaf isimler. Keşke yazsaydım... Nihayet yol boyu Vietnam ve Ho Chi Minh City hakkında bir şeyler anlatıyor bizimki. Akşamdan anlatsaydı unuturuz diye mi düşündü acep?! 7 sene rehberlik yaptım. Tecrübeme dayanarak söylüyorum. Bir bilgi ancak bir kaç tekrardan sonra akılda kalıyor. Sen akşam anlat, sabah bir daha anlatırsın. Hem de zenginleştirerek anlatırsın. Adamın iştahı yok anlatmaya ki! Google'dan mı indirmiş ne, oradan okuyor. Verdiği tüm sayı bilgileri, istatistiki bilgiler küsuratlı. Sanırsın ezberlemiş. Neyse Cu Chi tünellerine varıyoruz.



Tüneller çok ilginç. Ağaçlı bir arazinin altına köstebek yuvaları gibi tüneller ve odalar kazarak yeraltı şehri inşa etmişler. Neden mi? Hayatta kalabilmek için. Kendilerini savunabilmek için.



Bu millet asırlar boyu istilacılarla uğraşmış. Ne Çinlisi-Japonu kalmış, ne Fransızı, ne Amerikalısı... Dünyanın öbür ucundaki bir milletten ne istersin ki? 1945-70 yılları arasında kazdıkları bu tünellerde Amerikalılardan saklanmışlar. Aşağıda mutfaktan kilere, sağlık biriminden tuvalete kadar her şey mevcut. Fakat tüneller esasen öyle dar ki bizim sığmamız mümkün değil. Sonradan bir bölümünü turistlerin ziyaret edebilmesi için genişletmişler de ancak sığdık. Ördek pozisyonunda çömelerek, kafanı da öne eğerek yürüyebiliyorsun. Ya da sürünerek... Vietnamlılar bu tünellerde günlerini geçirmiş zavallıcıklar.



Amerikalının yöntemi ise bombardıman. Adi herifler! Zaten tünellere sığmaları mümkün değil. Geçip gittikleri yerlerin altında Vietnamlılar dolanıyor aslında. Havalandırma delikleri öyle akıllıca kazılmış ki fark edilmiyorlar. Amerikan uçaklarından atılan bombaların bazıları patlamamış, Vietnamlılar bunları toplayıp Amerikalılara karşı kullanıyorlar. Amerikalıların parçalanmış kamyon lastiklerinden ayakkabı yapmışlar; böylece toprakta kalan izler ayırt edilemiyorlar. Ve dahası psikolojik yıpratma taktikleriyle Amerikalılara karşı tuzaklar hazırlıyorlar. Tuzaklarda yaralananları bıraksalar vicdan azabı duyacaklar, alsalar ilerlemelerine engel olacaklar. Sonunda Amerika pes ediyor. Ama bu süreçte ne çok insan ölüyor.

Esasen mücadele kapitalizm ile komünizm arasında. Amerika'nın yıkmaya, ortadan kaldırmaya çalıştığı şey komünist rejim. Fakat yine de başaramıyor. Mevcut rejim sosyalist cumhuriyet. Ülkede dini inanç yok, ama saygı var, eşitlik var. Doğaya saygı da en az insana saygı kadar önemli. Batının yaptığı gibi doğaya hükmetmeye çalışmıyor, kendini doğanın bir parçası olarak görüyor. Böyle ülkelere geldiğim zaman yeniden insan olduğumu hatırlıyorum.

Tünellere veda ediyoruz ve tekrar otobüslere biniyoruz. Bu defa savaş gazilerinin ve onların evlatlarının çalıştıkları bir atölyede duruyoruz. Yaptıkları tabloların ana malzemesi ördek yumurtası kabuğu. Vallahi öyle...


Tabloların yapım aşamalarını izliyoruz. Kabuk parçalarını figürlerin içine yapıştırıp ezerek kırıyorlar. Yer yer sedef gibi farklı malzemeler de kullanarak renklendiriyorlar. Dolgu gereken bölgeleri doldurduktan sonra elle zımparalayarak parlatıyorlar. Sonuç bir tür lake etkisi veriyor. Sevdim.


Artık yavaş yavaş acıkma hissi baş gösteriyor. Öğlen yemeği tura dahil değil. Önce uyumak istediklerinden tura katılmamış olan geçleri gidip otelden alıyoruz, sonra yerel rehberin önerdiği restorana gidiyoruz. Fakat yemek süresi 45 dakika. Bu sürede restoranda yemek çok saçma. Biz girmiyoruz. Bizim gibi çoğu sağa sola saçılıyor. Yan sokağa dalıyoruz. Bir iki yere göz attıktan sonra üst katta balkonlu malkonlu bir yeri gözüme kestiriyorum. Yukarı çıkıyoruz. Gayet güzel. Çekik gözlülerin yemek yediği bir yer. Menüyü alıyoruz. Her zamanki gibi paylaşmak üzere iki tabak yemek sipariş ediyoruz. Biri sulu, biri kuru. İkisi de birbirinden lezzetli çıkıyor. Bata çıka yeyip üç kuruş ödeyip çıkıyoruz. Restorandakiler tabi ki zamanında çıkamıyorlar. Çıktıklarında da suratlar asık. Maalesef memnun kalmıyorlar.

Öğleden sonra turu, şu tur acentalarının panoramik şehir turu dedikleri türden aslında. Fakat neyse ki yanımızda yerel rehber var da Ho Chi Minh City'yi doğru dürüst geziyoruz. Bizimkine kalsa bir şey yok orada deyip bırakacak. Yerel rehber sayesinde hem savaş müzesini hem de başkanlık sarayını enine boyuna dolaşıyoruz. Kendi adıma söyleyeyim: Bilinçleniyorum. Vietnam tarihi bir trajedi. İnsanın insana yaptığı bu eziyet görülmemiş bir şey... 4 milyon Vietnamlı ölüyor. Nasıl mı? Tam 8 milyon ton bomba Vietnamlıların üzerine yağıyor. Sonrasında da napalm bombası etkileri yıllarca devam ediyor. 'Acent Orange' denilen kimyasallar 400.000 kişinin sakat doğmasına yol açıyor. Öyle sıradan sakatlıklar değil. Hilkat garibeleri geliyor dünyaya. Yahudi soykırımından neredeyse farksız. Dehşete düşüyorum. İçimde katliam yapan tüm canilere karşı uyanan nefretle, bir kez daha savaşları lanetliyorum. Savaş müzesinde gördüğüm görüntülerin bazıları yüreğime su serpiyor. Tüm dünya milletleri o yıllarda kınama mesajları yayınlıyor, mitingler yapılıyor; ama nafile. Amerika gözü dönmüş halde bombalıyor. Ve bunu Amerika başka coğrafyalarda halen yapmaya devam ediyor.


Merhamet duygularımla vicdanım el ele dolaşırlarken savaşlar niye diye defalarca soruyorum. Cevap bulamıyorum. Bu tarifsiz duygularla Fransız yapımı postaneyi içerden, kilise ve opera binasını da dışarıdan geziyorum. Etrafımı her ayrıntısıyla izlerken savaşları biraz olsun unutuyorum. Günlük hayata odaklanıyorum. Omuzlarında taşıdıkları kefeler, kefelerin içindekiler, kefeleri taşıyanlar ve kefeleri taşıyanların başındaki şapkalar çok estetik, egzotik ve eksantrik. Fakat ne yaptımsa istediğim kalitede bir fotoğraf yakalayamıyorum. Sebebini biliyorum... Bir dahaki sefere!

Böylece tur sona eriyor. Herkes yorgun. Ben de dahil. Otele gidip biraz dinlenmek istiyorum. Ama zaman yok. Sadece 45 dakika için odaya çıkıyoruz. Akşam için enteresan bir program var. Katılsak mı katılmasak mı diye düşündüğümüz vakit hiç yorgun değildik, ayarladık. Şimdi zor geliyor tabi. Fakat program hakikaten çok sıkı. O yüzden azıcık tazelenip çıkıyoruz...