5 Aralık 2017 Salı

Daha gün bitmedi...



Gün uzun. Hem de öyle uzun ki neler yaptığımızı hatırlamakta zorlanıyorum. Önce yemek mi yemiştik, yoksa ikinci Mozart müzesini mi gezmiştik ikileminden sonra sıralamanın çok da önemli olmadığına karar verip yazmaya devam ediyorum. Bu defa yanı başımdaki hoparlörden Leopold Mozart'ın yedinci senfonisi duyuluyor... Yazarken "duyuluyor" kelimesini seçtim ama bir an sonra yanlış seçtiğimi düşünüyorum. "Duymuyorsun, basbayağı dinliyorsun" diyorum kendime. Çünkü daha önce hiç duymamış olduğum bu parçayı yeni edindiğim bilinçle dinliyorum. Baba Mozart Leopold'un iyi bir keman virtüözü olduğunu bilerek dinliyorum. Elbette kendi seslendirmiyor, ama olsun, hayal ediyorum işte...
...
Bu defa binanın üzerinde Mozart Wohnhaus yazıyor. "Wohnhaus ne demek ki" diyorum ve o günden beridir ilk defa anlamına bakmayı akıl ediyorum. Goo parmaklarımın altında... Pat! Cevap veriyor. Öğreniyorum: İkâmetgah demekmiş. Evi yani... Amaaannn bu muymuş deyip geçiyorum.
...
Yine merdivenler...



Tek kat çıkıyoruz aslında. Bir sahanlıkla kırılıyor merdiven. Merdivenin tepesinde kapalı bir kapı. Sarıyor yine beni bir heyecan! Hani biz olsak evin kapısına gelince anahtarları cebimizden çıkarıp evimizin kapısını açarız ya... Gözümün önünde bir deste anahtar ile Leopold canlanıyor. Uzun ve pas renkli anahtar destesi Leopold'un elinde duran büyükçe bir halkadan sarkıyor ... Yahu neler düşünüyorsun sen öyle diyorum kendime. Elbet kapıyı açacak birileri vardır içeride diyorum ve kapının üzerindeki yazıyı okuyorum: "Please open the door." Kolu çevirip açıyorum...

Büyükçe bir salona giriyorum. Önce mekân algımı bir düzene sokmam gerekiyor. Tavanlara bakıyorum, uzaktaki eşyalara bakıyorum. Kaç pencere var, içeride ne gibi şeyler sergileniyor, kaç ziyaretçi var, görevli nerede gibi odaklanmalardan sonra bir şimşek çakıyor! Anaaa... Yoksa burada da mı fotoğraf çekmek yasak? Görevliyi görünce aklıma geliyor herhalde... Canım sıkılıyor. O andan itibaren müzeyi bir türlü istediğim gibi gezemiyorum. Daha doğrusu geziyorum gezmesine ama içimde beni kemiren bir kurt. Sormuyorum da fotoğraf çekiliyor mu diye. Ya yok derse! En çekmek istediğim şeyden de mahrum olacağım sorarsam. Ben, içimdeki kurt ve elimdeki audio-rehber bir saat kadar evi geziyoruz.

Duvardaki 1 numaradan başlıyorum dinlemeye. Salon Mozart ailesinin misafir ağırladığı büyük salon. Davetlerin ve küçük konserlerin verildiği salon... İrili ufaklı bir sürü enstrüman sergileniyor burada. Audio-rehberden tek tek dinliyorum. Klavisen hangisi, çimbalo hangisi, sesleri nasıl çıkıyor, bunları öğreniyorum. Bu arada görevli göz hapsinde... o beni, ben onu zaptediyoruz. Belki de bana öyle geliyor. Bir kez kurtlandım ya! Bu salonun fotoğrafını çekemeyeceğim için üzülüyorum. Çünkü eve dönünce klavisen hangisiydi, çimbalo hangisi unutacağım, biliyorum. O sızıyla ikinci salona geçiyorum. Kendime uygun bir açı bulmaya çalışıyorum. Sözde oradan çekeyim bari diyorum. Bu defa ziyaretçiler bana bakıyor gibi geliyor. Pişkinlik yapamıyorum, vazgeçiyorum.

Leopold'a adanmış bir odaya geliyorum. Seviniyorum. Hakediyor diyorum. Oğlu ile mektuplarını okuyorum. Dertler hiç değişmemiş onu görüyorum. Baba-oğul çekişmeleri ile bizim evin hallerini karşılaştırıyorum. Baba Mozart'ın kitaplarına bakıyorum ve yan odaya geçiyorum. Her tarafı geziyorum. Wolfgang'ın ablası, çok sevdiği eşi Costanz ve iki oğlu hakkında birçok şey okuyup dinliyorum. Ve çekeceğim tek fotoğrafı Leopold'un odasında aslında hiç de istekli olmadan ama o anarşist ruhla inadına "Al Sana" diye çekiyorum.


Bu da bitti! Eeee... Şimdi ne yapıyoruz? Bilmem! Kim bilecek? Dur bakayım! Şu Linzergasse'de az yürüyelim bakalım deyip caddeyi geziyoruz. Dükkanlara vitrinlere bakıyoruz. Aa... Bir şekerci! Lisa spaghetti şeker istemişti, girip onu alıyorum. Arada kadının ikram ettiği şekerlerden bir kaç tane yiyorum. Yanında bir paket de kalpli şeker seçiyorum... Biraz da Salzach nehri kenarında dolanıyoruz. Aklımıza rehber Ana'nın tavsiyesi geliyor: Sıcak şarap...

Eski şehir tarafındaki tezgahlardan birine doğru yürüyoruz. E yürüyoruz tabi, çünkü artık kestirmeleri bile öğrenmiş durumdayım. Cadde kilometre boyunca kesintisiz ilerliyor, binaların altından küçük geçitler geçiyor. O geçitlerden pıtır pıtır ilerleyip Cafe Tomaselli'nin karşısındaki sıcak şarap tezgahını buluyoruz. Şarapları alıyoruz. Açık havada ayakta içilen masalarda yer arıyoruz, yer yok. Masalar kalabalık, saat keyif saati, hava karanlık, ışıklar ışıl ışıl... Bir masanın yanında biri kadın, diğeri erkek elleri ceplerinde öylece duruyorlar ve arada bir şaraplarını yudumluyorlar. Müsade isteyip yanaşıyoruz. Öyle de durulmaz ki! Hafif göz teması, bir iki ufak soru derken sohbet başlıyor. 15-20 dakika kadar hayatlarına renk oluyoruz. Yani ben öyle hissediyorum. Her yıl bu zamanda Viyana yakınlarından Salzburg'a gelip birkaç gün kaldıklarını ve bu tezgahtan mutlaka sıcak şarap içtiklerini öğrenince gelecek Noel için aynı masada sözleşiyoruz ve onlardan ayrılıp yemeğe gidiyoruz.

Yemekler bu defa nefis. Knödel yiyeceğim diye kafaya koymuşum... Önceki akşam o mikrop garson ağır olurmuş diye yedirtmedi bana, ölüyordum zencefilden!

Aaa unutuyordum... Gündüz, Triangel'den rezervasyon yapmak istiyoruz, ama önümüzdeki günler için rezervasyon veremiyorlarmış, doluymuş. Amaan boşver daha güzelini buluruz deyip süper bir yer buluyoruz. Bir tabak knödel üçlemesi ile bir tabak geyik yahnisini bölüşüyoruz. Biz lezzetten lezzete uçuşlar yaşarken iki masa ötedeki dört kişilik Türk ailenin her birinin önüne fotokopi makinesinden çıkmış birer şinitzel geldiğini görüyoruz, üzülüyoruz. Yenecek onca güzel şey varken... Düşünceler yine kafamın içinde koşuşturmaya başlıyorlar. İtişip kakışıyorlar. Bunlar muhtemelen dün akşam da aynı şeyi yemişlerdir diyorum. Ketçap mayonez istiyorlar. Kanım çekiliyor. Siz niye evden kalkıp buraya geldiniz de yer kaplıyorsunuz ki diye şiddetle sorasım var. Tutuyorum kendimi. Çok mu aşağılıyorum acaba diye de bir yandan kendimi sorguluyorum. Türklerle aramızdaki masada oturan İtalyana çikolatalı sufleye benzer bol kremalı bir tatlı geliyor. Offf! Diyoruz ama yemiyoruz.

Eve dönerken aklımda Montano Hastalığı... Bitmez bu kitap pazara kadar diyorum. Saat erken ama ben mide hal yok. Yine de 30 sayfa okuyorum ve sızıyorum...

Hiç yorum yok: