Sonunu herkes gibi ben de merak ediyorum. Zaten sonlar hep merak edilesidir. Bir yandan merak ederken bir yandan da ahkâm kesersin öyledir böyledir diye. Kendi içinde bir yanılma payı bırakırsın ama kimseye söylemezsin. Bir seyahatin, bir filmin, bir kitabın ya da bir günün sonu; belki bir gafın sonu, bir beraberliğin, bir yaşamın sonu filan derken... zihnim benden önce uyanmış felsefe yapıyor. Son gün psikolojisi işte! Ama daha valiz toplayacağız, ev sahiplerini arayacağız, bugünü programlayacağız. Elini çabuk tut, sonra felsefe yaparsın deyip fırlıyorum yataktan. Önce tuvalet! Ay çok affedersin bunu söylemem lazım: Klozette oturuyorum ve sol üst taraftaki küçük pencereye doğru bakıyorum. Ahaa! Yanlış mı görüyorum? Camın kıyısına kadar yanaşmış çıplak bir çatal dal ve dahası üzeri beyaz kar! Ayyy! Dur bir de aşağıya bakayım deyip alelacele toparlanıyorum, cama koşup parmaklarımın ucunda yükseliyorum. Evet evet kar; bildiğin her yer kar! Harika! Bundan daha güzel bir sürpriz olamaz. Herhalde akşam yağan yağmur sonra kara dönmüş ve bütün gece yağmış diye aklımdan geçiriyorum. Bende bir heyecan, bir mutluluk, değmeyin keyfime. İşimi bitirip çıkıyorum tuvaletten. Her pencereye tek tek gidip "peki ya bu pencereden kar nasıl gözüküyor" deyip deyip bakıyorum. Bu birkaç dakikalık heyecanı bir süreliğine kenara koyuyorum ve kahvaltı, valiz toplama işlerine girişiyorum; tabi o arada düşünüyorum. Odayı en geç saat onda bırakmalıyız, uçak ise akşam saat sekizde. Şu dönüş günleri de ne antipatiktir diyorum; her şeyi yarım yamalak yaparsın, ne gördüğünden anlarsın ne yediğinden. Onu da koy valize, bunu da koy valize... Ve aklıma yine kar geliyor. Kar, bu arada kalmış ruh halimin üzerine yağıyor ve sanki o pis telaşı bir güzel örtüyor ve yine heyecan veriyor. Eeee satarım anasını uçağın, varsa var, ben keyfime bakayım, bugünün tadını çıkarayım deyip jet hızıyla bitiriyorum her şeyi. Kadının telefonda dediği yere bırakıyoruz valizleri ve çıkıyoruz. Saat dokuz buçuk.
O ne güzellik! Salzburg gelinlik giymiş gibi. Hani tam film bitti derken yepyeni bir son çıkarır ya yönetmen karşına; işte tam öyle. İstikamet Salzburg Modern Sanatlar Müzesi. Oraya gitmemizin bir kaç sebebi var. Müze tepede ve Salzburg'u karlı görmek için oradan daha iyi bir yer olamaz. Artı, yirmi yıldır gittiğimiz ülkelerde hiç modern sanatlar müzesi gezmedik ve bunun müthiş büyük bir yanlış olduğunu geçtiğimiz yaz Letisya sanat tarihi çalışırken fark ettim. Mimarlık fakültesinden mezun, sanatla bu kadar ilgili ve felsefe tezi yazmış benim gibi bir müptelanın İstanbul haricinde hiçbir modern sanatlar müzesine gitmemiş olması kabul edilebilir bir durum değil. O müzeye gidilecek. Goo da bu durumu kabullenmiş gözüküyor ve önümüze düşüyor.
Goo... Nereye gidiyorsun canım?
Şaşkın mıdır nedir? Her gün tünelden geçip gittiğimiz yola sokmuyor da arka sokaktan bir yerlerden götürmeye çalışıyor. Ama işin tuhafı orada yol yok. Sağa gitsek yine tünele çıkacağız. Eee??
Duvarda bir tabela görüyorum. Yaklaşıyorum. Modern Sanatlar Müzesini yukarı doğru bir okla gösteriyor. Yani merdivenlerden çık diyor. Bizim Goo ne bilsin? O bana anlatamıyor, ben onu anlayamıyorum; ama sonunda keşfediyoruz yolu. Ve kendimizi bir kış rüyasının içinde buluyoruz.
Bu parkın içinden geçerken beni saran o bembeyaz kış rüyası için yönetmene teşekkür ediyorum. Tabi tüm kaldırım, basamak ve patikalara tuz dökmüş olan Salzburg belediyesine de. Birkaç yıl evvel gittiğimiz bisiklet turunda içinden geçtiğimiz meyve bahçelerinde önümüze kadar sarkan armut dallarından -sırayı bozmamak için- bir tanecik bile koparamadığım gibi, şimdi de karlara dokunamıyorum. Kıyamıyorum. İnsan izi olmasın diye. Doğa o kadar mükemmel ki, onu sadece insan kendi küstah elleriyle mahvediyor. Ve ben bir kar manzarasını dahi bozmak istemiyorum. Benden sonra oradan geçecek insan da o görüntüden benim kadar keyif alsın diye. Bütün bunları düşünüp kendimle hesaplaşırken müzeye varıyoruz. Gayet çirkin bir sabun kalıbını tepeye oturtmuşlar maalesef. İşin o tarafına çok bakmadan, doğru seyir terasına koşuyorum. Aman Tanrım!
Bunlar Salzburg'u Unesco Dünya Mirasına dahil etmeye herhalde karlı bir günde karar verdiler diyorum. Seyrine doyamadan müzeyi gezmek üzere içeri giriyoruz. Üç katlı müzeyi enine boyuna geziyoruz. Ve çok takdir ediyoruz. Müzenin bir katını "Salzburg'un Geleceği" temasına ayırmış olduklarını görüyoruz. Uluslararası platformda yapılan çalışmalar çok etkileyici. Filmler, mimari projeler, maketler... Burasıyla birlikte Salzburg'un gelmişini geçmişini hatmetmiş bulunuyoruz. E hadi acıktık, manzara da nefis, oturalım müzenin restoranında bir şeyler yiyelim diyoruz. Akşam da yemek uçakta ya, bari öğlen güzel olsun hesabı. Bir tane de "business menü" diye bir şey var. Çorba ve bir ana yemek. Aynısından iki tane istemek kitabımızda yazmaz. Ama pek çeşit de yok. Şinitzel diyor menüde. Geçen akşam şinitzel yiyenlere verip veriştirmişiz, şimdi yiğitliğe bok sürdürür müyüz? Sürdürmeyiz. Cordon bleu olsun bari diyoruz. Ama biz hepsini paylaşacağız diye de not düşüyoruz. Vallahi hepsi birbirinden leziz. Hele o çorba! Balkabağı çorbası deyip geçme. Tereyağlı filan. Helal ediyoruz ve paltolarımızı alıp çıkışa meylediyoruz. Asansör var diyor çıkıştaki mösyö. Ne asansörü? Aşağıya diyor, şehre. Adamlar dağı delip aşağıya asansör yapmışlar. İyi ki Goo bunu bilmiyordu da sabah bizi o parkın içinden götürdü. Biniyoruz asansöre. Pırt! Şehirdeyiz. Vay anasına. Hokus pokus gibi bir şey bu. Veeee... saat iki.
Bizim 10 numaralı otobüs beşte kalkacak. Üç saat var, ama daha eve geri dönüp valizleri filan alacağız. Olsun üç saat üç saattir. Ufak bir hesap ile nereden baksan bir buçuk iki saati daha değerlendirebiliriz. Zamanı öldürme düşüncesini sabah karların altına saklamıştık. Gözüm karşıki tepede. Öteki blogtan okumuştum bir ara. Salzburg'da üç tane tepe varmış. Şehri üç ayrı tepeden görmek lazımmış. Üçüncü tepe öksüz mü kalsın yani? Deyip Kapuzin tepesine doğru tırmanıyoruz. E vallahi oraya da bayrağı dikiyoruz.
Zirve'de bırakmak diye buna derler. Seyahatin son saatleri bundan daha güzel olamazdı. Teşekkür ediyorum Salzburg. Beni hayal kırıklığına uğratmadığın için. Yine hatırlanacak bir yolculuktu. Not etmek üzere hatırlayamadığım, hatırlayıp da "boşver, bunu yazma" dediğim, yazıp da sildiğim, hatırlamak bile istemediğim anlar da oldu. Günün sonunda Fontana di Trevi'ye para atanlar gibi ben de Salzburg'a bir öpücük atıyorum ve günlük yaşantıma geri dönüyorum. Montano'yu bilahare anlatırım ;)