Günaydın Sara... Uyan Sara... Kalk Sara... Hadi Sara... ama çok uzattın...
Ya dün ne kadar yoruldum sen farkında mısın? Dünyayı yürüdük... ama daha gezecek çok şey var... iç-konuşmalarından sonra -çok şükür- yataktan ayrılmayı başarıyorum. O muşmulalık hallerimi üzerimden atma çabalarım bir süre devam ediyor. Mutfak tezgâhının üzerinde kahvaltı için almış olduğumuz poşeti görüyorum. Kahvaltı hazırlığına girişiyorum. Dışarıdaki havayı merak ediyorum, ama pencereler yüksekte kaldığı için hemen göremiyorum. Kahvaltıya oturmadan önce, camın önündeki sete dizlerimi koyup dışarı bakıyorum. Dışarı bakmanın bu kadar zor olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ev güzel bir çatı katı aslında, ama camdan bakmak çok zor: kendi evimin camlarının böyle olmasını istemezdim doğrusu diyorum. Dışarıda çirkin bir kış havası... Unutmamak için katlanır şemsiyeyi sırt çantama atıyorum. Bir yandan da "bugün ne yapacağız ki" diye soruyorum. Şu gelmeden önce print ettiğim blog yazısını tekrar gözden geçirmek üzere çıkarıyorum. Kahvaltı sofrasında incelemeye başlıyorum. Gezip gördüklerimizin yanlarına √ atıyorum. Şehri üç bölümde gezmek gerek dediği yeri kontrol ediyorum ve üçüncü bölümün kale olduğunu okuyarak hatırlıyorum.
Okey... Bugün kale gezilecek! Ama hava nane... İyi giyin, tepeye çıkacağız diyorum. Saate bakıyorum: Sekiz buçuk. Süper! Kalenin açılış saati dokuz buçuk ama olsun, fünikülere filan bineceğiz ya, indiğimiz yerde fotoğraf motoğraf çekeriz diye iyidir diyorum.
...
Salzburg'un yolları taştan... yürü babam yürü... fünikülerin yerini bilmediğim için Goo sağolsun önden gidiyor, biz de arkasından. A aaa... Bu meydana hiç gelmemişiz, hayret! O ne be? Dur yaa... Yakından bi bakalım!!!
Bu nedir Allahaşkına??? Neyse ne! Birileri eğlenmiş anlaşılan. Deyip fünikülere doğru yürüyoruz. Daha epey zaman var kalenin açılmasına, ama benim aklım yukarıda. Çıkalım bir an önce diyorum. Oyalanırken androjen tarzlı bir kadın füniküleri aradığımızı sanıyor, bize yol gösteriyor. Teşekkür ediyoruz ama o taraftan henüz gitmiyoruz. Sağ köşede demir parmaklıklı bir kapı görüyoruz. Merakımızı çekiyor. Giriyoruz. Suyla dönen bir değirmen. Biraz değirmene bakıyoruz. Bir iki fotoğraf... derken bir demir kapı daha... Yine giriyoruz. Başka bir dünyaya geliyoruz: Öte dünya! Burası eski bir mezarlık. Ama ne mezarlık! Tarihine bakıyorum: 1627. İnanılmaz. Nasıl bakımlı! Neredeyse 400 yıldır birileri gözü gibi bakıyor bu mezarlığa. Yazık ki kışın sadece siklamen çiçekleri var. Yine de son derece yeşil. Mezarlar mermer bloklar şeklinde değil, sadece etrafı mermer bir çizgi ile çevrili; içindeki toprak ise tümsekler halinde, üzerleri tamamen yeşillik ve çiçekler... Ara ara ağaçlar da var... Ağacın altında yatanlar ne şanslı diyorum kendime. Sonra da neden böyle dedim şimdi diye düşünüyorum. Pirinç plakalardaki isimleri okuyorum. Tanıdık arıyorum. Bulamıyorum. Neredeyse her mezara yapılmış olan mermer suluklara bakıyorum. Kimi kalp şeklinde. Kuşlar için herhalde, ne güzel diyorum. Ve onları ebedî istirahatgâhlarında bırakıp kaleye çıkıyoruz. Sonradan öğreniyorum: Meğer Mozart'ın ablası orada yatıyormuş ve Sound of Music filminde Von Trapp ailesi Nazilerden kaçarken bu mezarlıkta saklanmış.
Kale fena değil, ama beni esas ilgilendiren Salzburg'un yukarıdan görüntüsü. Hayal kırıklığına uğruyorum. Zaten hava yağışlı, görüntü de matah olmayınca öylesine geziyorum. Bir yandan da söyleniyorum: Bir yerde yanlış mı yapıyoruz? Bu şehir Unesco dünya mirası listesinde değil miydi? Neden bu kadar vasat gözüküyor gözüme? Evet, çok güzel şeyler gördüm, gördüklerimden dolayı çok mutluyum, ama sanki bir şeyler eksik diye geçiriyorum içimden.
İki saat kadar vakit geçirdikten sonra fünikülerle aşağıya geri dönüyoruz. Ne yiyoruz, ne içiyoruz hiç hatırlamıyorum, ama aklıma yeni bir şey geliyor. Şu benim sayfanın kenarına İstanbul'da küçük bir not yazmıştım. Eski bir kütüphane. Neredeydi o deyip sırtımdan hiç ayırmadığım çantamdan çıkarıyorum kağıtları, adını bulup Goo'ya soruyorum, yürüyerek 25 dakika diyor. Gider miyiz? Gideriz! Neyse ki yağmur yağmıyor. Biraz şehrin dışına çıkar gibi yapıp doğa parkurunda yürüyerek ilerliyoruz.
Hedefimiz Schloss Leopoldskron Hoteli... Bu kütüphane bir otelin içinde olduğuna göre inşallah izin verirler gezmemize diyorum. Yürüdüğümüz yerler çok güzel. Huzur dolu. Sakin. Tam ihtiyacımız olan şey. Yaklaştığımızda otelin aslında Sound of Music filminin çekildiği göl kenarındaki yapı olduğunu fark ediyorum. Demek biz buralara turla geldik. Heh! Bahçe kapısından girip ana binanın yanındaki iki katlı alçak yapıda resepsiyonu buluyoruz ve bankodaki görevli kıza soruyoruz: Biz ana binadaki kütüphaneyi görmeye gelmiştik ama, ne taraftan girebiliriz acaba? Kütüphane otel müşterilerine açıktır, dışarıdan ziyaretçi almıyoruz diyor. Biz şok! Nasıl yani? Biz çok uzaktan geldik, gözünü seveyim, yapma bunu bize. Yok diyor, maalesef! Yahu bi bilet filan yok mu alalım. Parası neyse vereceğiz. Yok diyor, bilet de yok. Ama otel müşterisi girebiliyor! Evet, girebiliyor. Bilet parası = bir oda parası yani, öyle mi? Öyle diyor. Yuh anasını satayım, amma da kütüphaneymiş. Giremiyoruz! Eve dönünce neyi kaçırdığımıza Goo ile birlikte tekrar bakıyoruz. Bir kez daha üzülüyoruz.
Gölün etrafında gezelim bari diyoruz. Uzaktan gördüğümüz göle yaklaşıyoruz. Önce otelden görünen manzaraya bakıyoruz. Büyüleniyoruz!
Etkilenmemek elde değil. Çeksen bin tane fotoğraf çekersin. Dur bir de şöyle çekeyim, bir tane de panoramik olsun, yahu bi tane de selfie yapalım filan derken çekiyoruz epeyce, saymadım ama... Daha gölün etrafında dolaşmaya başlamadan hem de! Hadi yürü... Deyip büyülenmiş bakışlarla yürüyoruz o güzelliklerin arasında. Bizim gibi yürüyenler var. Yaşlılar, bebeğini gezdirenler, köpeğini gezdirenler, bankta oturup manzara seyredenler, balık tutanlar...Orada da yaşıyorlar. Hayat her yerde sürüp gidiyor. Kimileri öyle, kimileri böyle!
Biraz ileride karşı kıyı yakınlaşıyor. Biz de durmuş oraya bakıyoruz. Karşıdan bebek arabasıyla bir kadın geliyor. Yanımızda duruyor; karşıyı gösterip "biivaa, biivaa" diyor. Birbirimize bakıyoruz, anlamıyoruz. Bir kez daha tekrar ediyor, yine anlamıyoruz. İngilizce de biivaa denir diyor. Goo'ya soralım bari, yoksa kadın gitmeyecek diyoruz. İngilizcesini yazmaya çalışıyoruz, çok şükür çıkıyor: Kunduz. Meğer neymiş? Karşı kıyıda bir ağaç devrilmiş, çünkü onu kunduzlar kemirmiş. Anlayana kadar ömrümüzden ömür gidiyor. Henüz devrilmemiş ama oldukça kemirilmiş başka bir tane gösterince kavrıyoruz meseleyi.
Şu karşılaşmalar seyahatin tadı tuzu. Öyle anlar ki hiçbirini unutmak istemiyorum. Beni ben yapıyor, bana ruh katıyor, insan denen varlık hakkında daha fazla düşünmemi sağlıyor. Bebeğini bir kenarda bırakıp, bize karşı kıyıda kunduzların yaşadığını anlatmak için tüm benliğiyle çabalayan bu insanın ve bu karşılaşmanın bir anlamı olmalı. Atıyorum hatıra kumbarasına, yoluma devam ediyorum.
Günün sonunda eksiklikler ve fazlalıklarla dönüyoruz şehre. Sıcak bir yemek yiyoruz yorgun-argın. Sırtım ağrıyor. Ve yağmur yağıyor. Karnım doyarken pencereden gözüken yüncü dükkânına takılıyor gözüm. Benim mekânım! Bir yüncü dükkânımın olmasını çok isterdim dememle açılan konu bizi epey oyalıyor. Montano bekleyedursun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder