Birkaç yıl önce yazdığım "Hikayemi sevdim" başlıklı yazımı bugün tekrar okudum. O günden bugüne çok şey değişti. Ama hayat bana hep hediyeleriyle geldi. Hani bir dizi izlemeye başlarsın da, gelecek bölümü heyecanla, merakla beklersin. İşte hayata olan heyecanım tıpkı böyle. O yazımdan bir paragrafı tekrar paylaşmak istiyorum:
Geçip giden her günün ardından şükran duyuyorum. Gelecek günlere ise içimde açılan sevgi pencerelerinden bakıyorum. Tüm gündemler evrende yıldız savaşları gibi tozu dumana katarken, ben kurtarılmış bölgemin sükûnetinde hikayem için şükrediyorum.
Önüme çözülmek üzere çıkan tüm düğümler bir çırpıda çözülsün, açılmak üzere olan tüm kapılar açılsın. Özenle besleyip büyüttüğüm sevgi ağacımın meyveleri tüm dünyaya yayılsın, tohumları filizlensin, yeni ağaçlara dönüşsün.
Huzur, aşk, sağlık, bolluk, bereket yeni yıla damgasını vursun, hep bizimle olsun ❤️
Hayatımın ilk elli yılında siyah zeytini de, yeşil zeytini de çarşı pazardan alınan bir şey olarak bildim. Elbette zeytin ağacından haberdardım, neye benzediğini gayet iyi biliyordum. Fakat 2020 yılına kadar ne bir zeytinliğe girmişliğim vardı, ne de zeytin dalından nasıl toplanır - nasıl salamura yapılır - hangi işlemlerden geçer haberim vardı. Hele zeytinyağı! Sanki yalnız İtalya’da varmış da buradakiler uydurukmuş gibi gelirdi. Bugüne kadar çok zeytinler tattım. Kimini çok sevdim, kimini biraz acı kimini yumuşak ya da kalın derili buldum. Ama zeytinin yolculuğuna şahit olmaya başladığımdan beridir her bir zeytin ağacına, hatta her bir zeytin tanesine bize sunduğu şahane deneyimler için şükran duyuyorum.
Her şey o ağacın tepesine çıkmamla başladı...
Çocukluğumdan beri ağaçlara çıkmayı çok sevmişimdir. Bizim yazlığın arka bahçesinde incirin tepesindeki maceralarımı sık sık hatırlarım. O incir bizim üzerine oturmamıza izin verirdi. Şekli tam çocuklara göreydi. Tırmanıp birinci katın balkonuna kadar çıkar, oradan boyumuzun yettiği incirleri yerdik. Tabi incirler olgunlaşana kadar kim bilir kaç ham incir yemişizdir?!
Bu defa başka bir yazlığın arka bahçesinde bulunan zeytin ağacının tepesiydi söz konusu olan. İzmir’de sevdiceğimin annesinin yazlığında üzerimde kırmızı eşofman, elimde kova ağaca dayalı oynak merdivene çıkıp zeytin topladım 2020 yılının sonbaharında. Topladıklarım yeşildi. O sıralar zeytine dair hiçbir şey bilmiyordum. Çekiçte olacakmış onlar: Ne demekse?! Meğer zeytin daldan toplanınca acı bir şeymiş. Tatlandırılması gerekmiş. O gün topladıklarımızı şişenin dibiyle kırdık. Takip eden günlerde sularını değiştire değiştire tatlandırdık. Yeterince tatlandığına kanaat getirince üzerine biraz kaya tuzu ilave ettik. Bu aşamaları izlerken, ben henüz daha zeytinin çooook uzağındaydım. Bir yabancıydım. Dalda kalanların daha kararacaklarından habersizdim. Yeşil zeytinin ağacı başka, siyah zeytininki başka sanıyordum. Yağlık zeytin, sofralık zeytin mefhumu ise yanımdan bile geçmiyordu.
Yazlığın arkasındaki üç ağaçla başlayan zeytin serüvenim zeytinlikteki bilmemkaç ağaç destanına doğru evrilmeye yine o yıl başladı. Günler geçtikçe zeytinler olgunlaştı, karardı. Tozlu sandıklarım en güzelleriymiş meğer. En saf, en temiz, en tadına doyulmayacak olanlar o tozlu olanlarmış. Zamanla öğrendim. İçine kurt düştü müydü kaybediyorlar saflıklarını. Tıpkı insan gibi. O içimizi kemiren, zihnimizi lekeleyen, bizi geceleri uyutmayan kurtlar zeytini de mahvediyorlarmış.
O zamandan beri gidip geliyoruz zeytinliğe. Her mevsim yapacak iş var burada. Burada diyorum çünkü şu an zeytinlikten naklen yazıyorum bu satırları. Birkaç gündür bilfiil çalışıyoruz. Yağmurların yağıp zeytinlerin şişmesini beklemiştik. Yağmurdan sonra yere düşenlerle, henüz dalda duran yağlık zeytinleri topladık. Yağ fabrikasına götürüp yağ aldık. Aynı fabrikaya bundan üç yıl önce gittiğimde büyülenmiştim. Çuval çuval zeytinler sıraya girmiş sıkılmayı bekliyorlardı. Biz de çuvallarımızı traktörle göndermiş, peşlerinden gitmiştik o zaman. İlk kez zeytin sıkım tesisi gördüğümden her aşamasını seyre dalmıştım. Ama en muhteşem şeyin beni içeride beklediğinden habersizdim. Tesisin içine girdiğimde duyduğum koku beni sarhoş etmeye yetmişti. Sanırım hayatımda duyduğum en güzel kokulardan biriydi. O kokunun sarhoşluğunu üzerimden atmadan üzerine yeni bir sarhoşluk eklendi. Uzağa gitmeden zeytinliğe geri dönüp yeni sıkılmış bulanık yağı taze ekmeğin üzerine döküp yeyince yerden havalanmış olabilirim.
Artık zeytin ağaçlarına ve zeytine başka türlü bakıyorum. Ağaçlar bazen mutlular, bazen tatsız. Olsun. Onlarla aynı dili konuşmayı her geçen gün biraz daha öğreniyorum. Sofralık zeytinleri şişelere doldurup tatlanmalarını beklemek, saldıkları siyah suların içinde kararmalarını gözlemlemek, ara ara tatlarına bakmak, gazlarını çıkarmak, onları yiyeceğimiz zamana kadar çalkalayıp durmak çok zevkli oldu benim için. Şehirli hayatından çıkıp doğanın nimetlerini görmeye başlamak beni çok dönüştürdü. Doğanın sabrını kendime adapte etmeye başladım.
Zeytinler toplandıktan sonra da yapacak çok iş var. Başta ağaçları budamak ve yeni sezona hazırlamak gerek. O işi sevdiceğim yaparken ortalıkta bir sürü dal yaprak birikiyor. Onları temizlemek benim işim. Tırmık en büyük yardımcım. Yazın kurumuş olan otlarla birlikte ortalığa saçılmış dalları toparlamak, dağılmış evi toplamak gibi bir şey. Bir başak kadını olarak temizlik yapmayı hep sevmişimdir. Sanki ruhum da temizleniyor. Ruhuma iyi gelen bu ortamın her köşesini dört mevsim keşfetmek çok zevkli.
Çok sevdiğim bu işleri yaparken ara ara karnımız da acıkıyor tabi. İşte o fasıl da ayrı bir zevk. Budanmış dal ve yapraklarla yaktığımız ateş pişireceğimiz sucuklar için bir ön hazırlık. Ateş insanı büyülüyor. İçimizdeki olası bütün negatif duyguları yakıp yok ediyor. Rahatlatıyor, ısıtıyor, dönüştürüyor.
Yine anlatacak çok şey var. Saatlerce yazmam mümkün. Fakat sanırım yaşamayı yazmaktan çok seviyorum. O yüzden bugünlük yazmaya ara verip yaşamayı seçiyorum. Zeytinlikten selamlar...
Şekil 1’de görülen benim ponçikler bir süredir felaket derecede agresif, huysuz ve hırçın hareketlerde bulunuyorlar. Beni ısırıp tırmalıyorlar, kendilerini oradan oraya atıp ortalığı yıkıyorlar. Şımarık oldular dedik. Serseri bunlar dedik. Sokak kedisi ancak bu kadar ehlileşiyor dedik. Bunların doğası böyleymiş dedik.
Bu arada bin türlü mama değiştirdim. Ölmeyecek kadar yiyorlar, gerisini ortalığa saçıyorlar. Evde envai çeşit kuru mama stoku oluştu. Yok, nafile... Doğru dürüst karınlarını doyurmuyorlar. Mamaların hepsini süpürge yiyor. Kediler yemiyor. Yaş mamayı seviyorlar, fakat birader ona da can dayanmaz. Kuru mama ile karıştırınca belki daha ekonomik olur dedim. Yok, yaş mamaları yiyorlar, kurularını yine bırakıyorlar. Sırf yaş mama vermeye kalksam, kelimenin tam manasıyla sermayeyi kediye yükleyeceğiz. Ben kendime bir kuruş harcamazken, çocuklara tasarruflu olmalarını anlatmaya çalışırken kedilere laf anlatamıyoruz. Ne dolardan anlıyorlar, ne enflasyondan, ne zamlardan.
Birkaç gün önce, bari bunlara bir yemek pişireyim de bir deneyeyim; belki yerler dedim. Avuç içi kadar kıyma, bir küçük patates, bir küçük havuç, biraz zeytinyağı, bir büyük bardak suyu kaynattım. Eski bilgilerime dayanarak soğan, sarımsak ya da tuz filan koymadım. Kediler için iyi değilmiş. Piştikten sonra bir güzel blender’dan geçirdim. Azıcık ılındıktan sonra yarım kepçe kadar bir kaba döktüm. Koydum önlerine. Daha da yemezseniz semerinizi yiyin tripleriyle... Benden bu kadar kardeşim. Sizin siniriniz kime? Daha ne yapayım? Siz sinirliyseniz ben de menopozdayım. Uğraşamayacağım sizin sinirinizle!
O yemeği bir yediler... var ya!!! Saniyede yalayıp yuttular ikisi de ve etrafımda yalvarırcasına tur atmaya başladılar. Bir kepçe daha döktüm kaba, onu da çarçabuk bitirdiler ve azıcık sakinlediler. Baktım, olan yemek olsa olsa bir bilemedin iki öğün ancak yetecek. Ee, sonra ne yapacağız? Ertesi gün gittim BİM’e. Şansa çorbalık bir tavuk paketi hazırlamışlar. 1kg 200gr kemikli, derili, ciğerli tavuk parçaları. İçinde uzun zamandır rastlamadığım tavuk boğazları filan da var. Havada kaptım. Eve geldim, hepsini düdüklüye attım. Üzerine su ilave edip pişirdim. Şahane bir tavuk suyu oldu. Pişen tavukları kaba kemiklerden ayırdım. İnce kemikleri ve kıkırdakları bıraktım. İçine yine patates ve havuç doğrayarak tekrar pişirdim. Düdüklü ateşteyken Lisa okuldan geldi. Düdüklüyü görünce burada ne pişiyor diye sordu. Uzun uzun anlattım. 1-2 saat sonra ablası geldi. O da düdüklüde ne var diye sorunca Lisa cevap verdi:
Kedi maması!
Bakıştık, gülüştük tabi. Sonra o yemeği de blender’dan geçirdim ve kavanozlara bölüştürüp buzdolabına kaldırdım. Neredeyse bir haftadır bir kaba kuru mamadan, diğer kaba aşçı başının spesyalitelerinden koyuyorum. Meğer olay buymuş: Tango anne yemeği yemek istiyormuş! Ben diyordum bu insan olmak istiyor diye... Bana vermeyin bu içinde ne idüğü belirsiz kedi mamalarından diyormuş. Şimdi Tango anne yemeği yiyor, Salsa kedi maması. Herkes yerini bilsin. Üstelik Tango kuru mamadan yemediği için, öncesinde Salsa da yemiyordu. Abim yemiyorsa bir bildiği vardır mı diyordu, yoksa anca beraber kanca beraber mi diyordu bilmiyorum ama Tango’nun karnı doymaya başladığından beridir Salsa da kuru mamadan yemeğe başladı.
Dahası karınları doyduğu için huzura ve sükûnete erdiler. Bir ponçik oldular... Bir pamuk oldular...! Ne ısırma kaldı, ne tırmalama.
Geçen gün pazara filan gittim. Eve döndüğümde kapımda PTT’den gelen bir not yapıştırıldığını gördüm. Muhattap adı Taylin İ. diye biri. Sulh.Huk.Mah. diye de bir ibare var. Hayırdır inşallah!
Aldı beni bir düşünce... Kimdir bu Taylin? Sulh hukuk mahkemesiyle ne işim olur? Yanlış mı geldi? Yalnışsa eğer Taylin kim? Yok eğer bana geldiyse bu evraka bir an önce ulaşmak lazım... Filan derken güvenliği aradım. Dedim böyle böyle. Kimdir bu Taylin? Burada bu isimde biri yaşamıyor dedi güvenlik. Ee ne yapacağız öyleyse? Saat 16.00dan sonra muhtardan alınız diyor kağıtta. Tamam, şimdi geç oldu. Yarın gideyim muhtara da neymiş mesele anlayalım dedim. Evrak bana değil de Taylin denen kişiye aitse o da müşkül durumda kalmasın.
Çarşamba günü sevdiceğimle birlikte doğru muhtara... Durumu anlattım. Önce Taylin siz değilseniz boşverin dedi. Yok dedim, olmaz. Sizde kaydı varsa kim olduğunu bulalım da belki önemli bir evraktır. Kendisine haber verelim dedim. Peki dedi muhtar hanım. Açtı bilgisayarı. Buldu Taylin hanımın kayıtlarını. Telefonu var deyince, atladım. Arayın isterseniz dedim. Numarayı yazınca, telefonunda adı çıktı. Aa bu bizim Taylin, gümüşçü dedi. Görüşüp böyle bir evrak olduğunu, hayırsever bir komşunun -o ben oluyorum- gelen bildirim kağıdını getirdiğini filan anlattı. Neticede iş çözüldü. Esas hikaye şimdi başlıyor.
Muhtarın odası raflarca ve yığınlarca tasnif edilmemiş kitap dolu. Bu kitaplar ne dedim. Bunları getirip buraya bağışlıyorlar, ben de isteyenlere ödünç veriyorum dedi. Ataşehir halkının bundan tam olarak haberi yok. Üstelik alan bazen geri getiriyor bazen getirmiyor. Artık geri getirenleri tanıyorum, onlara istedikleri kadar veriyorum; getirmeyecek olanlara seçici davranıyorum dedi. E bu kadar kitabın arasında neyin nerede olduğunu nasıl bulursunuz ki filan derken, aklıma bu kitapları bilgisayar ortamına aktarıp kayıt tutma fikri geldi. Üzerine biraz konuştuk. Bu arada laf lafı açtı. Eski muhtardan evrakları devralırken Ataşehir’in Emlak Bankası zamanındaki ilk inşaat fotoğraflarının slaytları da eline geçmiş. Bunun üzerine muhtar Leyla Yeşim Saylan hanım kendi imkanlarıyla Ataşehir’in kuruluş tarihini anlatan bir kitapçık bastırmış. O anlatırken aklıma önce Kelebek Mobilya’da Ataşehir ikinci etaplardaki mutfak, banyo, gömme dolap montajlarını takip ettiğim günler, sonra da mimarlık fakültesinde Ataşehir toplu konut projesi için dizimize kadar çizme giyip balçıkların içinde traktörlerin tepesinde yaptığımız tespitler geldi. Anlattım.
Velhasıl yarım saat kadar sohbet ettikten sonra eve döndük. Öyle mi yapsak, böyle mi yapsak derken tablete ücretsiz “Benim Kütüphanem” uygulamasını indirdik, evdeki kitaplarla birkaç deneme yaptıktan sonra güzel bir uygulama olduğuna kanaat getirdikten sonra Cuma günü soluğu muhtarda aldık. Tabi şaşırdı kadın. Önce bir kahve ikram edeyim dedi. Biz uygulamayı anlatıp hemen işe girişince kahve mahve yalan oldu. Kitaplar bir güzel, bir keyifli... Her gördüğümüz kitaba “aa bu da varmış, aa bu da güzel” diye diye 1 saatte 95 tane kitabı adıyla, yazarıyla, yayınevi ve sayfa sayısıyla, hatta kapaklarıyla kaydettik.
Biz kitapları kaydederken bir hanım ve bir bey kitap ödünç almaya geldiler. Michel Ende’nin Momo adlı kitabını aldılar. Muhtar hanım bizi takdim edince sohbet başladı. Bu kadar kitabı nasıl kaydedeceksiniz şeklinde caydırma operasyonu düzenledilerse de yılmadan işimize devam ettik. Muhtar hanım o bir saatin içinde bize baktıkça düşündü durdu ve sonunda belediyeden kitaplar için konteyner istemeye karar verdi.
Uzun vadede ne olur bilmiyorum, fakat bizim için kitaplarla ve sürprizlerle dolu eğlenceli ve hoş bir aktivite oldu. İmkan olursa sürdürmeyi çok isteriz. Oradan çıkarken kayda aldıklarımızdan üç kitapla eve döndük. Bir dahaki gidişimizde geri götürüp yenilerini alabilme olanağımız doğdu. Evrenin ne için olduğunu bilmediğim bu sürprizlerine bayılıyorum. Her birini ucundan yakalayıp izini sürmek benim için zevkli bir oyun. Bakalım neler olacak?!
Yazıma başlamadan önce, bu blogu daha iyi nasıl görüntüleyebilirsiniz, biraz ona bakalım. Çoğumuz cep telefonundan giriş yapıyoruz. Açılan blog görünümü beyaz. Oysa ki blogun orijinali yani web sürümü gayet renkli. Sayfayı aşağı doğru kaydırdığınızda "Web sürümünü görüntüle" ibaresine tıklarsanız orijinal görünüme ulaşabilirsiniz. İyi okumalar...
...
Yıllar önce karşılaştığım ilginç bir kavramdı “Biyomimikri “.
Yunanca hayat anlamına gelen ‘bios’ ve taklit anlamına gelen ‘mimesis’ sözcüklerinden oluşan Biyomimikri, hayatı taklit etmek anlamına geliyormuş. Daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir dünya yaratma amacıyla doğanın tasarım ve süreçlerini taklit eden bir yaklaşım diyorlar. Doğayı yaratıcı bir şekilde inceleyerek yeni ürün ve hizmetler geliştirmeye yarayan biyomimikri, günümüzde mimarlık, mühendislik, elektronik ve şehircilik gibi birçok farklı alanda uygulanıyormuş. Yapılan Biyomimetik uygulamalardan bazıları şöyleymiş:
-Dulavrat otunun dikenli yapısı, ona dokunan nesnelere kolaylıkla tutunmasını sağlar. Velcro bantları, yani nam_ı diğer cırt cırtlar, işte dulavrat otundan esinlenerek tasarlanmışlar.
-Yarasalar, görme yetileri zayıf canlılardır. Genellikle geceleri hareket eden yarasalar, yönlerini bulmak için etrafa titreşimler yayarlar. Bu titreşimler etraftaki engellere çarparak geri döner. Yarasalar da böylelikle yönlerini belirler. Bu yöntemden esinlenerek geliştirilen radarların çalışması da aynı prensibe dayanıyormuş.
-Kabuklu bir deniz canlısı olan Nautilius, suya dalmak istediğinde bünyesinde bulunan odacıkları su ile doldurur. Yüzeye çıkmak istediğinde ise ürettiği özel bir gazla bu odacıkları doldurarak suyu dışarı atar. Nautiliusun davranışından esinlenilerek tasarlanan denizaltılar da aynı yöntemi kullanıyorlarmış. Denizaltılara yapılan dalış odalarının içine su doldurularak suya dalınır; suyun boşaltılmasında ise su motorları kullanılırmış.
Biyomimikri alanında yapılan çalışmalar çok fazla. Termitlerden esinlenilerek çöl iklimine uygun yapılar; Yalıçapkını kuşundan esinlenilerek hızlı trenler; kambur balinanın kaba yüzgeçlerinden esinlenerek rüzgar tribünleri ve daha niceleri tasarlanmıştır, tasarlanmaktadır. Bu tasarımların hayata geçirilebilmesi için hibrid çalışmalar yürütülmektedir. Zoologlar, biyologlar, fizikçiler, kimyagerler, mühendisler, mimarlar akademik ortamlarda bir araya gelerek inovatif fikirler ortaya koymaktadırlar. Her gün yepyeni ürünler geliştirilmekte; geliştirilen teknolojik ürünlerin tasarımsal anlamda yüksek verim sağlaması, sürdürülebilirlik ilkesine uyması ve evrensel değerlere sahip olması önemsenmektedir.
Buraya kadar, prensipte doğadan ilham alan, bilimin ışığında ilerleyen ve dünyada hepi topu 20-25 yıllık bir geçmişi olan Biyomimikri kavramına kısaca değindim. Esas anlatmak istediğim şey başka! Biyomimikri cebimizde dursun bakalım...
Machu Picchu, And Dağları, Perù
Fotoğraf: Sara Handeli
And Dağlarında ve Amazon’da yaşayan kızılderili şamanlar, bin yıldır doğanın hizmetkarlığını itina ile üstlenmişler ve bilgelik öğretilerini kötüye kullanmak isteyen şarlatanlara karşı özenle muhafaza etmişler. Hastalıkları nasıl tedavi edeceklerini öğrenmişler, alışılmışın dışında sağlıklı bedenlerin yaratılmasına yardımcı olmuşlar. Başka coğrafyalarda nehirler, ormanlar, hayvanlar sömürülürken ve tüketim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kaynaklar olarak değerlendirilirken; yerliler doğanın dişil güçlerine sahip çıkmaya çalışmışlar. Çünkü onlar dünya ile uyum içerisinde yaşadıkça Büyük Ana’nın onlara geçimleri için yardımcı olacağına inanmışlar.
Şamanlar bilgeliği ararlar, öğrenirler, öğretirler. Atalarından aldıkları miras onların güç ve erdem sahibi insanlar haline gelmelerine ve yeryüzü bekçileri olma yolunda emin adımlarla ilerlemelerine yardımcı olur. Peki bu insanlar, yerliler, kızılderili şamanlar öğretilerinde nereden ilham alıyorlar? Tıpkı biyomimikri dalında olduğu gibi doğadan ve bizimle aynı gezegeni paylaşan diğer canlılardan tabi ki! Ancak aralarındaki en önemli fark şu: Biyomimikri uzmanları doğadaki neden sonuç ilişkilerini referans alıyor, yasalara ve kuramlara bağlı kalıyorlar. And Dağlarında yaşayan şamanlar ise kurallara ya da fikirlere göre yaşamıyorlar. Dünyalarını değiştirmek isterlerse yeni yasalar koymuyor ya da yeni kuramlar oluşturmuyorlar. Bunun yerine sorunu algılama biçimlerini değiştiriyorlar. Algılarını değiştirerek karşılaştıkları zorluğu bir fırsata dönüştürüyorlar. Olayları öyle bir biçimde deneyimlemeyi öğrenmişlerdir ki yaşamı artık kişisel algılamıyorlar. Olaylar sizin başınıza gelmezler; yalnızca olurlar.
Yağmur siz ıslanasınız diye yağmaz; sadece yağar.
Algılarını değiştirirken sahip olmaları gereken güçleri ve yetenekleri temsil eden hayvanları örnek alıyorlar. Bunun için örnek aldıkları hayvanları iyi tanımaları gerekiyor: Yılan, jaguar, sinekkuşu, kartal.
Bu dört hayvanı algının dört düzeyi olarak görüyorlar. Bakalım algının dört düzeyi neymiş?!
Yılan birinci düzeydir. Her şeyin olduğu gibi görüldüğü düzey. Yılanın algısını kullanarak önümüzdeki bir nesneyi görebilir, duyabilir, koklayabilir, dokunabiliriz. Diğer bir deyişle, fiziksel varlığını duyularımızı kullanarak algılarız. Yılan düzeyinde, sorunlar da oldukları gibi görünürler. Başımız ağrıyorsa ilaç alırız. Çocuk zıplayıp duruyorsa yaramazdır. Bir tür neden sonuç ilişkisi gibi. Sorunların derinine inmeyiz. Sadece fiziksel çözümler bulmaya çalışırız. İşimizi, arabamızı değiştirmek, yeni bir iş ortağı bulmak, yeni bir eve taşınmak ya da yeni bir ilişki yaşamak...
Bu şekilde sorunların çözüleceğine inanırız. Fakat bu davranış biçimiyle ne kendi duygularımızı ne de diğerlerininkileri göremeyiz. Faturaların ödenmesi, çocukların okula götürülmesi, gündelik ev işlerinin yapılması düzeyinde bu bakış açısı gerekli olabilir. Böylece basitçe yapılması gerekeni yaparız.
Yılanın içgüdüleri ise, biz henüz bilincine varmadan bizi tehlikeye karşı uyarır. Hayatidir. Bazen bir kişi ya da yer hakkında kötü bir hisse kapılırız. Nedenini bilmeden oradan kaçarız. Çoğu zaman ise kendi içgüdülerimize güvenmek yerine tehlikelerden korunmak için silahları yığar, çitler inşa ederiz.
Bir sonraki algı düzeyi jaguardır. Bu düzeyde gerçekliğimizi zihin yorumlar. İnançlar, fikirler ve duygular zihnin üretimleri olurlar. Jaguarın içgüdüleri yılanınkinden farklıdır. Tartar, değerlendirir ve aniden saldırır. Biz de jaguarın gözünden baktığımızda yılan düzeyine kıyasla çok daha fazlasını algılayabilir, sonuç olarak da çok daha fazla çözüm üretebiliriz. Bir ağrı kesiciyle yetinmeyip altında yatan nedenleri araştırabiliriz. Ya da çocuğa yaramaz yaftası vurup cezalandırmadan önce ona koşup oynayabileceği ortamlar sağlayarak ya da beslenme ve uyku düzeninde iyileştirmeler yaparak sorunu çözmeye çalışabiliriz.
Sinekkuşu düzeyi üçüncü düzeydir. Sinekkuşu, çok küçük olmasına rağmen her yıl Kanada’dan Brezilya’ya yaptığı göçte binlerce millik yolu kat etmektedir. Bu yolculuk boyunca yön duygusunu ve ilerleme arzusunu hiç kaybetmez. Bu yolculuk için yeterince yiyeceği ya da gücünün olup olmadığını aklının ucuna bile getirmez. Sinekkuşunun temsil ettiği alan canın kutsal yolculuğudur. İnsanın yolculuğu kutsaldır. Bu yolculukta bizimle birlikte olan hane halkı da kutsaldır. Ev dediğimiz şey başımızın üzerindeki çatıdan ibaret değildir, o bir yuvadır. Eşimiz evdeki görevleri paylaştığımız ve çocuk yetiştirmekle ilintili görev bölümü yaptığımız kişi değildir. Çıktığımız o muazzam yolculuk için seçtiğimiz yoldaşımız, yol arkadaşımızdır.
Sinekkuşu düzeyinde konuşmaların derinlerine iner ve ardındaki mesajları duyarız. Mecazlar bize farklı bakış açıları sunar. Baş ağrısı tuttuğunda, kafamda hangi düşünceler sıkışıp kaldı diye düşünebiliriz. Ya da daha gerilere gidip belki de mutsuzlukla ilişkilendirebiliriz. Baş ağrılarına bir son vermek üzere mutsuzluğa sebep olan ortamı terk etme kararı alabiliriz. Sebep ne olursa olsun, baş ağrılarını, ruhu tedavi ederek iyileştirebiliriz. Bizi sağlığa götürecek yolları görürüz ve şifa verici bir yolculuğa çıkarız.
Dördüncü ve son algı düzeyi ise kartalınkidir. Kartal, vadi boyunca süzülürken ağaçları, kayaları, nehri ve hatta yeryüzünün kıvrımlarını görebilir. Hatta kendinden 600 metre aşağıdaki bir fareyi de fark edebilir. Resmin tamamını ve ufacık parçalarını görebilme yeteneği, aynı zamanda ruh düzeyini temsil eder. Parça-bütün ilişkisini kurabilen birey kendini bütünden kopuk algılamaz. Bir ve bütün olduğunu gördükçe sınırlar ortadan kalkar. Madde önemini yitirir. Bir yandan sorunu görürüz, yeryüzündeki kirliliği mesela. Diğer yanda bu kirliliği oluşturan plastik atıklardan neden vazgeçmediğimizi sorgularız. Çocuğumuzu yaptığı yaramazlıklar yüzünden cezalandırmak yerine, diğer insanlara saygı duymayı öğretip öğretmediğimizi ve ona nasıl örnek olduğumuzu düşünürüz. Ancak kartal düzeyinin en üst noktalarında gerçek anlamda barışın ve güzelliğin kendisi olup diğer insanlarla aramızda bir ayrım olduğunu düşünmeyi bırakırız.
Algının dört düzeyi hakkında söyleyecek çok şey var. Yılanı, jaguarı, sinekkuşunu ve kartalı tanıdıkça, özelliklerini araştırıp özümsedikçe, tıpkı biyomimikrinin doğayı örnek aldığı gibi biz de kendimize paylar biçebiliriz. En azından çaba harcayabiliriz. Şaman öğretileri bunu bin yıldır yapıyor. İnsan olmak için ne bekliyoruz? Biz doğanın bir parçasıyız. Biz doğanın ta kendisiyiz!
Geçen akşam TRT2’de konusuna bakarak izlemeye karar verdiğimiz YANG'DAN SONRA isimli film bana o kadar çok şey düşündürdü ki bunların bir kısmını not etmeye karar verdim. Film Kogonada tarafından yazılan, yönetilen ve düzenlenen 2021 Amerikan yapımı bilimkurgu drama filmi olarak kayıtlara geçmiş. Başrolde Colin Farell oynuyor. Bu tür bilimkurgu filmlerinden ve kitaplarından hoşlandığımı beni tanıyanlar da az çok bilirler. Tabi gerçekten bilimkurgu mu orası tartışılır. Ancak bizi Kogonada ile tanıştırması bakımından çok isabetli bir seçim oldu. Tekrar söyleme ihtiyacı duyuyorum. Buradaki amacım sanatsal ya da senaryo ve oyunculuklar açısından filmi değerlendirmek değil. Bana düşündürdüklerini ya da yaptığı çağrışımları not etmek istiyorum. Tabi bunu yaparken spoiler vereceğimi de unutmamak gerekiyor.
Filmdeki aile evlat edindikleri Çinli çocuklarının bakımı için kardeş android adı altında yapay zeka ile çalışan bir robot alıyorlar. Yine Çinli bir çehreye sahip olan bu robotun adı Yang. Robot aynı zamanda çocuğun tüm kültürel ve duygusal ihtiyaçlarını da karşılayabilecek kadar gelişmiş bir altyapıya sahip. Ancak çok kısa bir süre sonra arızalanıyor ve uykuya geçiyor. Baba, robotun arızasını gidermek üzere birkaç yere başvuruyor. Bu arada bu androide robot demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Eski tabirle robot dendiği zaman, kendisine tanımlanmış işi kesik ve mekanik hareketlerle gören bir makine canlanıyor gözümüzün önünde. Ancak günümüzde yapay zeka ile çalışan android robotlar bir makinenin çok ötesinde verilerle çalışıyor ve bununla da kalmayıp bir insan gibi çapraşık birçok olaydan dersler çıkarıp öğreniyor. Zamanda ardışık, mekanda bitişik olan birçok durum ve olay yapay zekaya veri sağlıyor, öğrenmesine katkıda bulunuyor. Tüm androidler bir çehreye sahip olmayabiliyor. İnsan görünümlü olmayan birçok yapay zeka olduğunu ve bunların çeşitli alanlarda çalıştığını biliyoruz.
İşte insan görünümlü android Yang’ın arızasını gidermek üzere yola çıkan baba bir şekilde bu robotun belleğindeki anı kayıtlarına ulaşıyor ve onları izlemeye başlıyor. Robotun ilk evinde gördüğü sevgi ortamı onun yapay zekasının şekillenmesinde öyle etkili oluyor ki robot aşık bile oluyor. İşte tam bu noktada benim hayal gücüm devreye giriyor. Buradan sonra filmi anlatmayı bırakıp kendi kendime konuşmaya başlıyorum.
Dünyanın neresine gidersek gidelim, böyle sevgi dolu ortamlar o kadar az ve nadir ki bir robotun katıksız sevgiyi öğrenmesi mümkün mü? Halen savaşların, güç ve gövde gösterilerinin sürdüğü, iktidarı elde tutmak için her yola başvurduğu, bilgi kirliliğinin televizyon, sosyal medya ve daha birçok toplu iletişim araçlarında yayıldığı, dolandırıcılıkların her an özel alanlarımızda pusuda beklediği, kavga-haset-intikam gibi duyguların kol gezdiği, tahammülsüzlüğün başrolde olduğu günümüz dünyasında bu androidler sevgiyi kimden öğrenebilirler ki? Onları programlayacak olanlar, androidlerin programlarına hangi sevgi formüllerini adapte edecekler? Bu formülleri kimler biliyor da androidlere öğretecekler? Çocuklarımıza öğretemediğimiz sevgiyi androidlere mi öğreteceğiz?
Çocuk eğer sevgi ve saygı dolu bir ailede doğarsa, sevgiyi ve saygıyı öğrenebilir. O halde bir android de, bu filmde olduğu gibi, ancak sevgi dolu bir aile ortamında sevgiye dair bilgiler edinebilir. Bu güne kadar sevgiyi bir bilgi olarak kabul etmemiştik belki de. Sevgi pek çoğumuz için bir duygu olarak kabul edilir. Ancak bir bilgi olarak görüldüğünde öğrenilebilir olduğunu da söyleyebiliriz. Peki, o zaman insanlık neden bu bilgiyi öğrenmemek için direniyor? Erk ve güç kaybedeceğini mi düşünüyor? Ne kadar yanıldığını insanoğluna kim söyleyecek? Sevgi bir ütopya mı? Sevgi elde edilmesi imkansız bir bilgi mi?
Sevgi her yerde. Sevgi bir çiçekte, bulutta, yağmur damlasında, bir kedide, ağaçta, elmada, meleyen bir kuzuda, kelebekte, nemli toprakta, sallanan bir salıncakta, uçan kuşta, dağda bayırda, denizlerde, göllerde, hastaya şifa veren ellerde, toprakla buluşan tohumda, bir bardak suda, öpücükte, bir mesajda, burnumuza gelen hoş bir kokuda, müzikte ve gerçekten her yerde. Ona ulaşmak çok kolay. Sevginin nesnesi bizi kuşatan dış dünyada, ama daha da önemlisi kaynağı içimizde, yani öznesi biziz. Yeter ki onu arayıp bulmaya gönüllü olalım. Bunları bize hatırlatan nice şarkılar, türküler yazıldı. Biz her gün bu şarkıları, türküleri bir radyo programında ya da bir yerlerde duyuveriyoruz ve kendimizi eşlik ederken buluyoruz. Fakat çoğu zaman öznesi "ben" olan sevgiyi beslemeyi unutuyoruz.
Ben çok şanslıyım. Etrafımda çok sevdiğim ve beni seven insanlar, ailem ve arkadaşlarım var. Evet, şanslıyım. Ama bu şansımı değerlendirmek ve bana bahşedilmiş olan bu şansı iyi bir şekilde kullanmak benim seçtiğim bir yol. Bu yolu seçmemiş olabilirdim. Ama sevgi yolunu bir özne olarak ben seçtim. Öznenin en büyük özelliği yüklemi üstlenmesidir, yani eylemdir. Etrafımda olup biten pek çok kötülüğü görüyorum, farkındayım ve bilerek isteyerek ben diğer yolu seçiyorum: Sevgi yolunu. Bir kez sevgi yolunu seçtin mi artık diğer yollar devre dışı kalıyor. O yolda da çukurlar, çıkmazlar, aşılması zor dönemeçler var. Ancak içimde bana yol gösteren kılavuz, sevgi denen o bilgi ile kodlanmışsa diğer kötü yollar ekranımda gözükmüyor bile. Böylece ben de bir ütopyanın içinde yol alıyorum. Kendimce kendime yarattığım bir masal dünyasının içinde yüzüyorum. Bu gerçeklikten kopuş değil, gerçekliğin hangi görünümlerini seçtiğimle ilgili bir tercih. Bu dünyada yaşayacaksam böyle yaşamak istiyorum ve her yanımı sevgiyle açan çiçeklerle süsleyip rengarenk katmanlara dönüştürüyorum.
Biliyorum, filmi anlatıyordum. Birden kendimi anlatmaya başladım. Ama başta da söylemiştim. Niyetim filmin bana düşündürdüklerini not etmekti. Bunu da yaptım. Daha fazlası için filmi izleyiniz. Buraya kadar okuduysanız, sevgi yolumda bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim...
Bir zamanlar “Cadı” olarak görülen kadınların aslında hiçbir sihirli güçleri yoktu. Sadece bazı şeyleri diğerlerinden daha iyi görebiliyorlardı. Daha doğrusu, herşeyleri oldukları gibi görebilme yetisine sahiptiler. Çünkü,doğuştan ne gözlerinde ne de zihinlerinde filtreleri yoktu. Bu, onlar için belki bir hediye, belki de bir lanetti.
Bizler, bu filtreleri taşıdığımızın farkında bile değiliz. Hatta bu filtrelerin neler olduğunun bile farkında değiliz. Etrafımız tarafından kabul görmek için, doğruymuş gibi görünmek için, olmak zorunda olduğumuz kişi gibi olmaya çalıştığımız için verdiğimiz tavizler yetmiyormuş gibi, bir de bunlara kendimizi inandırıyoruz.
Cadılar, filtrelerinin olmaması sebebi veya sonucunda korkmuyorlardı: Ne yalnızlıktan, ne de sessizlikten. Boş sohbetlerden uzak dururlarken, diğerleriyle birlikte aynı sahnede tiyatro yapmaktan kaçınıyorlardı ve çok farklı bir role sahiptiler.Bu yüzden yalnızlığa mahkumdular.
Doğruları söyleyenlerden korkulduğu gibi, yalnızlardan da korkulur. Onları duymamazlığa, görmemezliğe gelmek suçlamanın ya da yok saymanın en kolay yoludur. Bugün hâlâ bu cadılardan bulunmaktadır. Dahası onları yakıp yok etmek isteyenler de mevcudiyetlerini sürdürmektedirler.
Cadılar soru sorar, anlamak ister, itiraz eder, kendi akıl ve mantıklarıyla düşünürler. Gölgelerini keşfetmekten korkmazlar. Kusurlarını itiraf ederler. İsteklerini dile getirirler.
Bilge ninelerimiz, kadın atalarımız süpürme eyleminin çok eski bir arınma, temizlenme yöntemi, hatta bazen bir tür kurtuluş ya da azat etme, serbest bırakma veya özgürleşme pratiği olduğunu öğretmişlerdir.
Bir kadın ortalığı süpürmeye başladığı zaman, mekânın enerjisini de temizleyip düzenler. Ve aynı zamanda kendi yüreğine de çekidüzen verir. Yüreğine çekidüzen vermek demek onu düzeltmek, sevginin titreşimleriyle uyumlu hale getirmek demektir.
Çalı süpürgesinin kullanıldığı dönemlerde o süpürge,enerjilerin bir yerden bir yere aktarılması için kullanılırdı: Bazen arzu edilen etkilerin eve dolması istendiği için, bazen de istenmeyen enerjilerin dışarı atılması için...
Olur da kendini kızgın hissedersen, kızgınlığını süpür gitsin.
Ya da kıskanç hissedersen, kıskançlığını süpür.
Endişeli hissedersen, endişelerini süpür.
Değersiz hissedersen, yerle bir olmuş motivasyonunu süpür, gitsin!
Süpür ki, bilincinle yönlendirdiğin o süpürge, yüreğine çekidüzen versin ve senin güç kaynağına dönüşsün.
Bugün, harika bir yazı okudum. Yazı İtalyanca idi. O kadar beğendim ki onu tercüme etmeye koyuldum. Metin zordu, söylediklerine tam olarak vâkıf olup anlam kayması yaratmadan tercüme etmek gerçekten çok zordu. Fakat yaşanmışlıklarla harmanlandığında anlamak hiç de zor değil. Eğer uyanış nedir, aşk nedir biliyorsanız, derinlerden bir yerlerden bu kavramlara aşinaysanız bu yazıyı mutlaka okuyun. Bilmiyorsanız ya da aşka inanmıyorsanız da okuyun. Belki geçmişten, belki gelecekten, belki de şimdilerden bir şeyler anlatacaktır. En azından bir tohum ekip büyütmenize vesile olacaktır.
Eğer uyanış yolunda olan birini yanında istiyorsan, bunun çok cesur bir seçim olduğunu bilmek zorundasın. Uçurumların kıyısında dolaşma cesareti gösterirken, merkezinde kalma istikrarına da sahip olmalısın. Kendi kırılganlıklarını gözlemlerken, inkâr ettiğin yönlerini de yeniden gözden geçirmelisin. Çünkü o, zaman zaman gerçek bir öğretmen gibi, sana en derin yaralarını hatırlatmaktan kaçınmayacaktır. Bu hamlelerinin arkasında elbette aşk olacaktır, ama bu arada üzerine kat kat giyindiğin o sahte kıyafetleri çekip çıkaracaktır.
Seni kendine bağlamaktansa, iyi bir kılavuzun yapacağı gibi, sana özgürlüğün yollarını gösterecektir. Ve sen kendini terkedilmiş ya da reddedilmiş hissetmemek için güçlü olmak zorunda kalacaksın. Ayaklarının üzerine sağlam basmayı öğrenecek, hafifleyerek ilerleyebilmek için kendi üzerinde sıkı çalışman gerektiğini anlayacaksın. Terk edilme korkusu ile özgürlüğü hissetme arzusu ikileminde hesaplar yapmaya başlayacaksın.
O, uyanış yolunda sana kendi çıplak gerçekliğini gösterecek, ne ışığını ne de gölgesini açık etmekten korkmayacaktır. Ve sen de kendi karanlıklarının üzerine çok çalışmalısın ki birbirinize nüfuz ettiğinizde dengeniz bozulmasın.
Uyanmış biri, kendi bedenini dinleyecek ve eğer bir şeyler yolunda gitmiyorsa yolundaymış gibi yapmayacaktır. Fakat sen bu duruma hazırlıklı olmayabilirsin ve gafil avlanabilirsin. Bazen kendini bulmak için senden uzaklaşacak ve üstelik belki de bunu kibarca yapmayacaktır. Çünkü onun kendini sana sunabilmesi için kendiyle dopdolu olması gerektiğini bilecektir. Ve tam da o zamanlarda sen kendi kendine yetmeyi ve ona güvenmeyi öğreneceksin. O, bu gitmeleriyle sana kendi içgüdülerine ve gücüne güvenmeyi öğretecektir.
Eğer uyanış yolunda olan birini yanında istediysen, karanlık denizlerde yüzmeye hazır olmalısın, karanlığa ve seni yüzeye doğru götürecek olan ışığa güvenmelisin. Sadece oradan güzellikleri ve huzuru görebilirsin. Başkalarını seçmeden önce, kendini seçmelisin.
Başkalarını sevmeden önce, kendini sevmelisin.
Başkalarına tâbi olmadan kendine yetmelisin.
Kaçmak yerine, kalmak zorundasın.
Eğer uyanış yolunda olan birini seçtiysen, bil ki kendine bir armağan sunuyorsun. Çünkü o, seni olman gereken yere götürecektir. Kendi içindeki yere...
Çünkü o, senin amacına ulaşmış halinin ta kendisidir!
Dün durup dururken hatırladım ve bunu yazmalıyım dedim. Ama neden yazmalıyım, nesini yazacağım bilmiyorum. Dur bakalım. Bir yerinden başlayayım...
Yıl 2009, mevsim yine yaz. O sene scrapbooking ile flört ettiğim, fotoğraflar, malzemeler, renkler ve boyalar ile oynaştığım, içlerinde kendimi kaybettiğim bir dönemdeyim. Buna çok ihtiyacım var. Günlük rutinlerden kendimi koparıp, başka alemlere ışınlanmak ve bunu yaratıcılığımın sınırlarında dolaşarak yapmak bana iyi geliyor. Dünyada bu konu ile ilgili kimler ne yapıyor ilgiyle takip ediyorum. Tarzını çok beğendiğim, işini adanmışlıkla yaptığını düşündüğüm Fló ile irtibata geçiyorum. Fló Fransa'da yaşıyor. Adını o güne kadar hiç duymadığım fransız şehri Montpelier'deki evinde bana bir haftalık eğitim vermeyi teklif ediyor. Ben de heyecanla kabul ediyorum. Otelde kalmama gerek olmadığını, evinde beni misafir edebileceğini söylüyor. Ve çok kısa bir süre içinde kendimi o evde buluyorum.
Tek katlı bahçe içindeki bu ev aynı zamanda Fló'nun atölyesi. Fló çalışırken kocası yemekleri pişiriyor, çeşit çeşit menüler hazırlıyor. Akşam saat 6'da dört çocuklu bu aile aperatif için salonda buluşuyor, sohbetler ediyor ve beni de sohbetlerine ortak ediyor. O sırada fırında pişen yemeğin kokuları da bize eşlik ediyor. Ardından yemekler yeniyor, sofra hep birlikte toplanıyor. Derken yatma vakti geliyor ve herkes odasına çekiliyor. Ben evin büyük kızı Lolita'nın odasında yatacağım. Pijamalarımı giyip yatağa uzanıyorum. Işığı kapatmadan önce günün muhasebesini yaparken gözlerim sağı solu tanımaya, ortama alışmaya çalışıyor. Ve işte o an olanlar oluyor!
Tam yastığın tavandaki izdüşümünde onunla karşılaşıyorum. Kocaman ipeksi bir ağın içine yerleşmiş -ben baktıkça devleşen- simsiyah bir örümcek. Ayıkla pirincin taşını! Tüylerim ürperiyor, dakikalar geçtikçe yazmış sıcakmış demeden titremelerim artıyor. Ben bu örümceğin altında nasıl uyuyabilirim ki? Ya harekete geçerse, ya ağından asansör yapıp benim üzerime inmeye karar verirse? Öyle ya! Benden müsade isteyecek değil. Burası onun da evi. Ben burada misafirim. O ise kimbilir ne zamandır o köşede kendi halinde yaşıyor. Belli ki bu güne kadar kimse ona ‘senin burada ne işin var’ dememiş. Bu ekosistemde herkes varlığını kendi bildiği gibi sürdürmeye devam etmiş. Acaba Lolita onun varlığından haberdar mı? Nasıl haberdar olmasın. Örümceğin evi tam yastığın üzerinde. Öldürmeye kalksam gece vakti çok ses çıkar. Belki de arkadaştırlar. Bu kadın bir cani ve benim örümceğimi öldürdü diyebilir benim için. Keşke bana bu konuda bilgi verseydi. Ne bileyim. Belki onun için özel bir anlamı vardır. Hani deneyimlerini benimle paylaşsaydı. Geceleri hareket etmez, rahat ol deseydi. Ama bu keşfi kendi kendime yapmak üzere o ağın altında yapayalnızım. Yastığı yatağın ayak ucuna mı koysam, salonda mı yatsam, dur bi tuvalete gideyim belki bir çözüm bulurum gibi beyin fırtınaları içinde bütün geceyi geçiriyorum. Alternatifler içinde otele gitmek de var tabi. Fakat onaltı yaşındaki bir genç kız odasını o örümcekle uzun zamandır paylaşmakta bir mahsur görmüyorsa bu fikre alışmam gerektiğine karar verip,gün ağarmadan uykuya direnmekten vazgeçiyorum.
Tam bir hafta... Her gece... Ne o bana, ne ben ona hiçbir müdahalede bulunmadık. Birbirimizin yaşam alanına hiçbir şekilde tecavüz etmedik. Birlikte ama yalnız yaşayabileceğimizi öğrendik. Fakat bu kabullenmişlik bizim ayrı dünyalardan olduğumuz gerçeğini de değiştirmedi. Bu durumdan kimseyi haberdar etmedik. Merak etmeme rağmen Lolita'ya hiçbir şey sormadım, stres ve endişe içinde geçen ilk gecemi anlatmadım. Sırrımı paylaşmadım. Yaşanan herşey benimle örümcek arasında kaldı...
Onsekiz, bilemedin ondokuz
yaşındaydım. İtalyan Lisesinin ve onun bende bıraktığı başarısızlık hissinin geride
kaldığı yıllardı. Kazanacağıma dair kimsenin umudu olmadığı halde kazanmayı
başardığım mimarlık fakültesinin bilmem kaçıncı sınıfında büro stajı dönemim
yaklaşıyordu. Bir yandan da İtalyancamı unutmamak için, çekirdekten yetiştiğim baba
mesleği olan rehberliği 16 yaşımdan beri sürdürüyordum. Paskalya’da,
Noel’de ve yaz aylarında İtalyanlarla hem İstanbul’u geziyordum, hem güzel insanlarla keyifli
sohbetler ediyordum, hem de lisede edindiğim bu lisanı pekiştiriyordum. İşte o
günlerden birinde Hilton otelinden bir karı-koca ile klasik şehir turuna çıktık.
Birlikte güzel bir gün geçirdik. Ertesi gün de müsait olup olmadığımı sordular.
Maalesef değildim, başka bir turum vardı. Babamı aradım ve ona sordum. Babam
müsaitti. O gün de boğaz turu yapacaklardı. Tabi aynı zamanda bol bol beni
çekiştirmişler. Sicilya’da yaşayan bu çifte babam benim mimarlık ofisinde büro
stajımın olduğunu, tanıdık birileri varsa oralarda bu stajı yapabileceğimi
filan söylemiş. Onlar da gelsin, ayarlarız demişler. Şimdi arayı atlıyorum ve hoooop
Sicilya’ya gidiyorum…
Palermo havaalanından beni
karşılayacaklarını biliyorum. Ama nasıl, kim gelecek, ayrıntısını bilmiyorum.
Bağajımı banttan alarak dışarıya doğru yürüyorum. Gümrük kapısından çıktıktan
sonra üzerinde adım yazan bir kağıtla karşılaşıyorum. Kağıdı elinde tutan takım
elbiseli bir beyefendi, kendisini tanımıyorum. Valizi benden alıyor ve kendi
taşımaya başlıyor. Malum o zamanlar tekerlekli valizler henüz kullanımda değil.
Dışarı çıkıyoruz, sağa dönüyoruz ve arabaya doğru bir miktar yürüyoruz. Mevsim
yaz. Hava sıcak. Güneş yakıcı.
O yıllarda babamın mavi bir Renault
Broadway arabası var. Ama benim kullanmamı pek istemiyor. Onun yerine bana bir
teklifi var. Sen dört tekerleğin parasını biriktir, ben üstünü tamamlayıp sana
araba alacağım diyor. Ben de rehberlikten kazandığım üç beş kuruştan dört
tekerleğin parasını çıkarıyorum, gidip minik Serçe’yi alıyoruz. Yani benim
bildiğim, alışık olduğum arabalar bunlar: Broadway, Serçe filan.
Palermo havaalanında da yanımda
şoför, elinde valizim yürürken bu arabaların İtalyan karşılığı olan bir Fiat’a
doğru gittiğimizi sanıyorum. Ya da doğal olarak bunu bekliyorum. Ve şoför
duruyor. Ve bana arabanın kapısını açıyor. Açıyor açmasına da, bir yanlışlık
olmalı! Kapısını açtığı araç siyah bir Limuzin.
Yahu nasıl olur?
Niye?
Neden beni almaya bir Limuzin
gelir ki?
Saniyenin bilmem kaçta kaçında
kafamın içinde oluşan fırtınalar beynimin bütün tozunu attırıyor. Beynimde o an
oluşan çatlaklar halen varlığını sürdürüyor. Güleyim mi ağlayayım mı
kestiremiyorum. Mecbur o Limuzin’e biniyorum. Nereye oturacağımı biri bana
söylese keşke, ama kendim karar vermek zorundayım. Filmlerden edindiğim
tecrübeye göre arka koltuğa atıyorum kendimi. Valizim nerede bilmiyorum.
Umurumda da olduğunu sanmıyorum. Arkamdan kapı kapanıyor. Zindanda üzerine kapanan
ağır bir demir kapı gibi…
Limuzin yavaşça yola çıkıyor. Ben
arka pencereden dışarıya bakıyorum. İçerisi loş, güneşin ışıklarını penceredeki
film tabakası kesiyor. O film tabakası sayesinde içerisi de görünmüyor. Buna
çok seviniyorum. İyi ki beni görmüyorlar diye düşünüyorum. Utancımla tek başıma
olmak biraz teselli ediyor. Şoför tek tanığım, tek suç ortağım; ama onunla da
aramda bir bölme var. Bir otobüs durağının yakınından geçiyoruz. İnsanlar
güneşin altında bekleşiyor. İşte diyorum, heyecanlanıyorum. İşte, ben orada
olmalıyım. Ben şu an otobüs bekliyor olmalıydım. Bu Limuzin benim bulunmam
gereken yer değil. Ya da şoförü durdursam, otobüs durağındakileri arabaya
doldursam, herkesi gideceği yere bıraksam utancım biraz azalır mı?
Düşüncelerimle boğuşurken oradan uzaklaşıyoruz. O Limuzin’de ne kadar zaman
geçirdiğimi hatırlamıyorum, çünkü zaman algımı tamamen yitirmiştim. Bugün hala
canlı canlı hatırladığım şey ise o gün yaşadığım mahcubiyet ve yabancılaşma. Neyse ki sağ salim beni Palermo'nun merkezinde Antica Pasticceria Mazzara'nın önünde indiriyor.
Bu ilginç deneyim bana çok şey
kattı. Geriye dönüp dönüp baştan sorguladığım, bugünkü ‘ben’i kıyasladığım,
insanlara anlattığımda aldığım tepkilerden çok şey öğrendiğim bir hikayem bu.
Ne ilginç ki 52 küsur yaşımda yine bir Limuzin’le karşı karşıyayım. Bu defaki,
metaforik bir Limuzin. Sürücüsü öz benliğim olan beyaz ışıltılı bir Limuzin.
Ben yine arka koltukta aynı yerde oturuyorum. Fakat bu kez korkularımdan, mahcubiyetimden
arınmış olarak sırtımı arkama yaslıyorum. Yolun tadını çıkarmaya niyet
ediyorum. Şoförümü artık epeyce tanıyorum ve kendimi ona teslim etmekte hiçbir mahsur
görmüyorum. Zaten kaporta sağlam… Bu asil aracı kullanmak elbette maharet
ister, ama şoförüm oldukça deneyimli. Bu yolculuk sırasında arada bir kırmızı
ışıklarda duracağız, bazen çukurlarda sarsılacağız. Kötü yollardan geçersek
lastiğimiz sönebilir: durup lastiği değiştirip tekrar yola koyulacağız.
Benzinimiz azalabilir ya da ihtiyaç molası vermemiz gerekebilir. Sürücüm nerede
ne yapacağını biliyor. En çok da hangi manzaraların seyrine doyum olmayacağını…
Seyir noktalarında durup keyifli zamanlar geçiriyoruz. Velhasıl yolda olmak çok
güzel.
İlk olarak onsekiz yaşlarında
deneyimlediğim bu Limuzin yolculuğuna şimdi tekrar çıktım. Fakat bu kez
mahcubiyetin yerini heves ve heyecan aldı. Hikayemi yaşamama olanak veren ve
beni bu deneyimlerden geçirerek olgunlaşmamı sağlayan evrenin her "nötrino"suna
teşekkür ederim…
20 Aralık 2019 Cuma
HİKAYEMİ SEVDİM…
Yeni bir yıla doğru giderek yaklaşıyoruz ve yine yılın bu
son günlerinde kendimi karşıma alıp muhasebe yapıyorum. En az 100 yıl sürmesini
dilediğim ömrümün ilk yarısını tamamlamama aylar kaldı. İleri doğru hızlı
adımlarla giderken bazen durup, başımı şöyle bir arkama doğru çeviriyorum ve
gördüklerim için her defasında şükrediyorum.
Evet, öyle! Çünkü ben hikayemi sevdim. Başımdan geçenleri,
hayatıma girenleri, hayatımdan çıkanları, benimle birlikte yürüyenleri, yıllarca
bir yerlerde varlığını sürdürenleri, bir süreliğine belirip sonra kaybolanları,
beni defterinden silenleri, beni sevenleri ve/yahut sevmiş gibi görünenleri,
bana değer verenleri, bir şeyler öğretenleri, benden öğrenenleri, çevresinde
olmamı isteyenleri, çırpınıp ulaşmaya çalışanları filan hep sevdim.
Sevmeyi sevdim. Sevgiyle bakmayı, anlayışlı olmayı,
kırmamayı, özen göstermeyi, özverili olmayı, dokunmayı, sırtını sıvazlayıp
yüreklendirmeyi, birlikte gülmeyi, paylaşmayı, tutkuyu, coşkuyu, sarılmayı,
alırken vermeyi, güzelliklerin tadını çıkarmayı, anlar biriktirmeyi çok sevdim.
Şarabı sevdim, kitapları sevdim, sohbeti sevdim. Daha neler var sevdiğim?!
İnsanlar var mesela canım kadar sevdiğim. Annemi, babamı çok
sevdim. Annemin tüm dünyaya yetebilme kabiliyetini, babamın kaşları havada sükûnetini,
problem çözme yeteneklerini, ikisinin de muhteşem enerjilerini, bize öğrettiklerini,
annemin o leziz yemeklerini, babamın sıcacık yumuşak elini, hayat
felsefelerini, dostluk anlayışlarını, hayvan sevgilerini, birilerine yardım
ederkenki içtenliklerini, bize sundukları aile ortamını, torunlarıyla olan
diyaloglarını çok ama çok sevdim.
Kardeşimi de çok sevdim. Yüzündeki aydınlığı, yüreğindeki
sıcaklığı, sahiciliğini, her şeyi bilmesini, her problemi onun çözebileceğine
inanmasını, iki eli kanda olsa dostlarına yardıma koşmasını, merhametini
sevdim.
Ya kızlarım… Onları başka sevdim. Canımla, kanımla,
ciğerimle, tüm kalbimle sevdim. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, huysuzluklarıyla,
eziyetleriyle… Varımla yoğumla sevdim. Bildikleriyle, bilmedikleriyle;
söyledikleriyle, söylemedikleriyle; yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla; onlara dair
her ne varsa hepsini birlikte sevdim. Şanslarını, düşüncelerini, özgür
yapılarını, duruşlarını, bizim vermeyip de kendi kopardıklarını, becerilerini,
tertemiz kalplerini, umutlarını, paylaşımlarımızı, birlikte geçirdiğimiz
değerli anları öylesine sevdim ki…
Dostlarımı, eşimi, akrabalarımı, şu anda hayatta olmayan
melek yüzlü dedem, anneannem ve dayımı, hayal meyal hatırladığım adını
taşıdığım babaannemi, komşularımı, ilkokul öğretmenimi, aynı okul sıralarını
paylaştıklarımı, iş arkadaşlarımı, çeşitli yolculuklarda tanıştığım ya da
kurslarda edindiğim arkadaşlarımı, kızlarım vesilesiyle yakınlaştıklarımı,
kaderin dönüp dolaşıp bizi bir araya getirmek için uğraştığı insanları, aynı
kaderin bir türlü karşılaşmama izin vermediklerini, birlikte zaman geçirmekten
keyif aldıklarımı, unutulmaz danslar ettiklerimi de çok sevdim. Dahası her bir
dostla birlikte yediğim leziz yemekleri, içtiğim nefis içki ve içecekleri, o
harika tatlı ve çikolataları, yaptığımız eşsiz sohbetleri, attığımız koca kahkahaları,
söylediğimiz nice şarkıları, paylaştığımız kıymetli anları...
Sonra başka sevdiklerim var benim. Aristoteles’i,
Nietzsche’yi, Herman Hesse’yi, Hasan Ali Toptaş’ı ve isimlerini yazmaya kalksam
uzayıp gidecek kadar çok yazarı, şairi, ressamı; Atatürk’ü; doğayı, hayvanları,
ağaçları, çiçekleri, denizi, ırmağı, gölü, dağı, gökyüzünü; rüyalarımı,
hayallerimi, arzularımı; gezmeyi, tozmayı, keşfetmeyi; kısacası yaşamayı çok
sevdim ben…
İşte hikayemi meydana getiren her insan, her an ve her
şeyi çok sevdim ve bunun için hepinize minnettarım. Şükürler olsun!
26 Aralık 2018 Çarşamba
Kitap grubuma teşekkürlerimle...
Geçtiğimiz Pazar günü yine kitap toplantım vardı. Üzerine
azıcık düşündüğüm zaman bana kattıklarını o kadar derinden hissettim ki, bunu
yazmaya karar verdim. Hem bu duyguyu unutmamak için, hem de grup arkadaşlarıma
buradan teşekkürlerimi sunmak için…
2009 yılının yazıydı. Viktorlar ve çocuklarla yaptığımız
Kanada yolculuğumuz sırasında okuduğum bir kitapta Amerikalı yazar kendi
katıldığı okuma grubundan söz ediyordu. İçimden böyle bir şeyin ne kadar güzel
olabileceğini hayal etmeye çalışıyordum. Kendimce zihnimde canlandırdığım bu
hayal kısa sürede bir merak ve güçlü bir isteğe dönüştü. Fakat Türkiye’de,
hatta İstanbul’da buna benzer bir okuma grubunun olup olmadığı hakkında en ufak
bir fikrim yoktu. Bulabileceğimden de şüpheliydim. Ama yine de her zaman
yaptığım gibi üşenmeden araştırmaya başladım ve o şaşırtıcı sonuca ulaştım:
Vardı. Hem de adıyla sanıyla. Üstelik sadece bir tane değil, bir sürü! Hikâye
şöyle:
Grubun kurucusu Esin Çelebi kendi yakın çevresinden birkaç okur
arkadaşı ile birlikte Thyke (umulmadık başarı) adında bir okuma grubu kurar.
Grup kısa bir sürede adı gibi umulmadık bir başarı ile büyür ve şubeler halinde
farklı semtlerde toplanmaya başlarlar. Bence grubun başarısı biraz da sadık
kalınan kurallarına bağlıdır.
Thyke Kuralları
·Kitap
sahibi : Okunacak kitabı seçen üyeyi ifade etmektedir.
·Madde
1: Her ay bir kitap okunur.
·Madde
2: Toplantılar, her ay gurubun istediği yer ve zamanda yapılır.
·Madde
3: Toplantılara "zorunlu haller" ve "beklenmedik durumlar"
dışında üst üste üç kez katılmayanların gruptan ayrılması talep edilir.
·Madde
4: Toplantılar en az dört kişinin bir araya gelmesi ile yapılır. Toplantı yeter
sayısı sağlanamaz ise bir araya gelenler tarafından bir sonraki toplantı tarihi
ve yeri saptanır.
·Madde
5: (Kitap sahipliği) Üyeler sırayla (bu sıra üyelerin seçeceği bir usulle
belirlenir) kitap sahibi olurlar. Ancak hiçbir üye iki toplantı üst üste kitap
sahibi olamaz.
·Madde
6: (Kitap sahibinin sorumlulukları) Kitap sahibi, Seçmiş olduğu kitabın yazarı
hakkında bilgi edinmekle, Toplantı yerini belirlemekle, Üyeler arasında
toplantı ile ilgili koordinasyonu sağlanması için, Grup iletişim sorumlusu ile
birlikte ortak çalışma yapmakla yükümlüdür.
·Madde
7: (Okunacak kitabın seçimi) Her toplantıda bir sonraki toplantıda tartışılacak
kitap belirlenir. Bu belirlemede sıra kendisine gelen kişinin seçtiği kitap
esas alınır. Kitap seçiminde ortak karar aranmaz, sıra kendisinde olan üyenin
seçimi yeterlidir.
·Madde
8: (Seçilemeyecek kitaplar)
Siyasi ve dini içerikli kitaplar ile Teknik
içerikli kitaplar seçilemeyecektir.
·Madde
9: (e-mailler) Grubun ortak kullandığı e-mail adreslerine "forward"
mail atılması, mailin içerik olarak grubu ilgilendirdiği haller hariç,
yasaktır.
·Madde
10 : (yeni grupların oluşumu) Kitap kulübü bünyesinde kurulacak olan yeni
gruplar için yeter sayı "altı”dır. Altı kişinin talep etmesi halinde yeni
grup oluşturulacak ve bu grubun ilk toplantısı ve organize edilmesi genel
kurulda belirlenen "iletişim grubu" tarafından sağlanacaktır. Gruplar
için maksimum üye sayısı "on dört"tür. Ve bunun aşılması halinde yeni
grup, grup yeter sayısı da dikkate alınarak, oluşturulacaktır.
·Madde
11: THYKE bünyesinde kurulu grupların işleyişini düzenleyen bu kurallar
değiştirilemez.
"Alıntı"
Ben de bu gruba o yıl mail yoluyla yaptığım başvuru sonucu
kabul edildim. Önceleri AnaThyke yani Thyke 1 grubundayken, klasikleri okumaya
ağırlık vermek istediğimden 2011 yılının ekim ayından itibaren Thyke 6 grubu ile
okumalara devam ettim. 7 yılı aşmış olan bu süre içerisinde grup arkadaşlarımla
birlikte tam 82 kitap okumuşum. Benden önce okunanlarla birlikte grupta toplam
146 kitap okunmuş. Üstelik de öyle eften püften kitaplar değil. Her biri ayrı
bir edebiyat eseri! Ne müthiş bir süreklilik! Elbette kitap grubu dışında da
pek çok kitaplar devirdim, fakat onlarla birlikte okuduklarım bana apayrı bir
keyif verdi. Kendim seçecek olsam okumayı aklımdan dahi geçirmeyeceğim birçok
kitap okudum bu sayede. Ve birçok yazar tanıdım… Dahası, kitap okumayı yeniden
keşfettim!
O da ne demek?!
Madem konuşuyoruz, biraz daha eskilere gideyim de baştan
anlatayım bari. Ben ne zaman kitap okumaya başladım? Okuma-yazmayı beş yaşında
öğrendim de kitap okumaya başlamam o kadar kolay olmadı. Okumaya dair ilk
hatıram ilkokul sıralarında öğretmenimizin bize yüksek sesle sınıf ortamında
okuttuğu kitaplardır. İkincisi ise yazın Caddebostan’daki yazlık evimizin
bulunduğu sokakta kitap kiralayan o beyaz minibüs… O günlerde hiç kitap
okumadığımı sanıyordum, ama düşününce az da olsa okuyormuşum. En sevdiklerim ya
da aklımda en çok kalan kitaplar Afacan Beşler ve Gizli Yediler serisi. O
zamanlar yazarını sorsan bilmezdim. Yıllar sonra Letisya’ya tavsiye edebilmek
için araştırıp bulduğum isim Enid Blyton. Nasıl heyecanlı, nasıl gizemli
kitaplardı onlar. Bir de Mandrakeler… Birçok çizgi roman içinde en çok Mandrake’yi
seviyordum. Tabi yaşım ilerledikçe fotoroman da sevmeye başlamıştım. Ve şu an
düşündükçe kendimden utandığım Beyaz Diziler. Yani kitap okuma serüvenimin
başlangıcı hiç de iç açıcı ve imrenilesi değil. Hele kış aylarına dair herhangi
bir kitap adı filan katiyen hatırlamıyorum. Sadece yazın bütünlemelere
çalışırken ders kitabının arasına koyduğum birkaç roman… Ama onların da ne
isimleri var aklımda ne yazarları! Nitekim 20 yaşındayken tanıştığım görme
engelli olan çok değerli arkadaşım Marco bana okuduğum kitapları sorduğunda ne
söyleyeceğimi şaşırmış ve tam o zaman kitap okumaya başlamam gerektiğine karar
vermiştim. Marco gözleri görmemesine rağmen onca kitabı okumuş olup adlarını ve
yazarlarını ezbere söylerken, bendeniz iki gözüm sağlam olmasına rağmen iki
satırı bir araya getirememişim. Olsam olsam ben bir “OT”um! Vallahi de otum,
billahi de otum! Okuma yolculuğuma hangi gerçek kitapla başlayacağımı
düşünürken Marco bana ilk kitabımı hediye etti. Richard Bach’ın Martı isimli
kitabı. Üstelik İtalyanca! O kitap favorilerimden olmaya hak kazandı.
20-21 yaş kitap okumaya başlamak için hiç de erken bir yaş
değil. Ama bugün geriye dönüp baktığımda geç bir yaş da değilmiş diyebiliyorum.
Martı’yı okuduktan bir süre sonra, okuduğum kitapların ve yazarlarının
isimlerini not etmeye karar verdim. İnce bir defter aldım ve 6 Nisan 1992
tarihinde okuduğum kitapları yazmaya başladım. O zaman satırların başında
numaralar değil, yıldızlar vardı. Fakat 50 küsur kitap okuduktan sonra
sayılarını da merak ettiğimden yıldızların önüne numaralar da yazmaya karar
vermişim. Son kitabı geçtiğimiz Pazar yazdım: 364*Soğuk Deri/Albert Sanchez
Piñol/Aralık 2018. Tam 26 yıldır okuduğum kitapları not etmeye devam ediyorum.
Fakat bir kuralım var. Başlayıp bitirmediğim kitaplar bu deftere kesinlikle
yazılmıyor. 26 yıldır bu kurala karşı gelmedim. Peki, 26 yılda 364 kitap az mı?
Evet az. Okumak istediğim o kadar çok kitap varken, okumuş olduklarım çok az.
Fakat yine de küçümsemiyorum. Çünkü okuduğum kitapların hemen hepsi edebiyat
tarihinde yeri olan değerli eserler. Şimdilerde insanlar okudukları kitapları
ya facebook, instagram’da ya da
goodreads filan gibi muhtelif aplikasyonlarda listeliyorlar. Bunu hangi amaçla
yaptıklarını bilmiyorum. Kimisi benim bir deftere not ettiğim gibi unutmamak ve
birine tavsiye etmek istediğinde şıp diye ulaşmak için yapıyor olabilir. Tabi
ki içten pazarlıklı olmaksızın çeşitli nedenlerle paylaşımda bulunan birçok
insan var. Amma ve lâkin kimisi de –söylemeden edemeyeceğim- âlem alışverişte
görsün neler okuyorum bilsin derdinde. Eskiden popüler mekânlarda boy
gösterildiği gibi artık popüler sanal ortamlarda boy göstermek moda! Mesela
Goodreads’de yorum yazıp bunları arkadaşlarınla paylaşıyorsan daha elit ve
kültürlü sayılıyorsun sanırım. Edebiyat eseri okuyucuları da bunu yapabiliyor
mu diye bir soru işareti beliriyor kafamda.
Ve dedikoduyu bırakıp bu yazıyı yazma sebebime dönecek
olursam, 26 yılda okuduğum 364 kitabın 82 tanesini son 7 yılda okuma grubumla
birlikte okumuşum ve tartışmışım. Bu kitap okuma şekli benim kitapları okuma ve
değerlendirme anlayışıma bambaşka bir boyut kattı. Eskiden kitabı okurken akış
içerisinde kalıp, sadece o anlarda duygulanımlar hissederdim. Bir arkadaşımla
çok beğendiğim bir kitabın konusunu paylaşırken bile yeterli derinliğe
inemezdim. Algım anlatılan hikâye ile sınırlı kalırdı. Kitapla ilgili herhangi
bir araştırma yapma isteği hiç duymazdım. Bende bir etki bırakan kitaplar elbette ki
oldu. Bu kitaplar hala hatırımda. Hatta onları birine aktarmaya çalıştığımda
yine belli bir duygulanım yaşıyorum. Fakat yeniden okumaya kalktığımda artık
kahramanlar daha canlı, karakterler daha belirgin, yazarın üslubu daha ön
planda, yazıldığı dönem daha önemli, (çeviri ise) çevirmen daha başrolde,
yazarın milliyeti daha hatırımda gibi pek çok farklar ortaya çıktı. Bu tür
detayları kimse bana öğretmedi. Ancak grup toplantılarında gündeme gelen
sorular ve onlara aradığımız yanıtlar bize bunları fark ettirdi. Grubumuzun
zamanla değişen üyeleri, değişmeyen kurucu üyeleri, onların meslekleri,
hayattaki türlü meşguliyetleri ve deneyimleri sayesinde zenginleştik, öğrendik
ve öğrenmeye devam ediyoruz. Tür olarak “roman” okumayı seçmiş olan bu grup
roman ile öykü arasındaki farkları birlikte irdelemiş, roman karakterleri ve
anlatıcı üzerine çokça düşünmüş, romanın kurgusallığı ve gerçekliği üzerine
tereddütler yaşamış, yazar ile eseri arasındaki paralellikleri sorgulamış, coğrafi
ve tarihi yanlarını araştırmış, sosyolojik, felsefi ve edebi metinler ya da
makalelerle desteklemiş; kitabın gerçekliğine dokunmak için de zaman zaman okur-yazar
buluşmaları düzenlemişlerdir. Kitap okumayı yeniden keşfedişim böyle oldu işte!
Tabi, bu yazıyı yazarken, özellikle de önceki satırlarda
azıcık dedikodu yaptıktan sonra, neden böyle bir yazı yazma ihtiyacı duyduğumu
sorguladım. Acaba ben de kaç kitap okuduğumu gösterme egosuna kapılmış olabilir
miyim? Yo hayır. Aslında o defter benim özelim. Benden başka hiç kimsenin
açmadığı, görmediği ve zaten pek de ilgilenmediği bir defterdir o. Gözüm gibi
baktığım, sayfaları ya biterse diye endişelendiğim, keşke daha kalın bir defter
alsaydım diye hayıflandığım emektar defterim. Okuma grubum da en az bu defter kadar
önemli. Fakat ne yazık ki bir süredir bazı grup üyesi arkadaşlarımız İstanbul’dan
gitme planları kurduklarını söylüyorlar. Bu durum bana acı veriyor. Hiçbir şey
sonsuz değildir. Biliyorum. Ama yine de grubun bir gün son bulacağı fikri beni
çok üzüyor. Tıpkı defterimin yapraklarının bitme ihtimali gibi… 7 yıldır ayda
bir gördüğüm ve topu topu 2 saatimi geçirdiğim bu insanlar benim için bir
puzzle parçası gibi. O parça eksik kaldığında puzzle da eksiktir. Yerini
tutabilecek başka türlü bir grup bulunur mu? Bulunur elbet, ama yine de bu
grubun kalbimdeki yeri ayrı. İşte bu yazıyı yazmamın amacı bu üzüntümü biraz
olsun paylaşmak!
Thyke 6 Okuma Grubu
üyelerinin hepsine ayrı ayrı gönülden teşekkür ediyorum. İyi ki sizlerle
yollarımız kesişmiş!
Sara
Blog'a ve kendime dipnot: Yazmaya yazmaya hamlaşıyorum. Bu böyle olmaz!
Biliyorum. Vietnam yolculuğumu anlatmayı yarım bıraktım. Ama ne yapayım, o sırada yaşıyorum. Yaşamaya, nefes almaya, anlar biriktirmeye devam ediyorum. Bazılarını yazarak kumbaraya atıyorum, bazılarını yazamıyorum. Ama fark ediyorum ki, hepsi bende saklı. Unuttuğum şeyler var elbette, ama yoğun duygularım asla kaybolmuyor. Bir gün çıkıveriyor beklenmedik bir anda. Hatırlıyorum...
Bu yazıma fotoğraf eklemek istemiyorum. Ekleyecek fotoğrafım olmadığı için değil. Görsel herhangi bir unsurun duygusal iletilerimin önüne geçmesini istemediğim için... Onun yerine yazarken dinlemekte olduğum müziği ekliyorum.
Dinlemek için resmin üzerine tıklayınız.
Özlem bir süre önce soruyor: İnzivaya gelir misin?
Gelirim diyorum. Detay sormuyorum. Fikren çok cazip, detayları yaşayarak öğrenmek istiyorum. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Sadece uçakla Dalaman'a gitmemiz gerektiğini mecburen öğreniyorum. Ve bir ay önceden bedenimle ruhumu buna hazırlamaya başlıyorum. Daha az yiyecek, daha çok egzersiz...
Son 2-3 gün kala otelin telefon numarasını evdekilere bırakmak üzere yeri öğreniyorum. Valizi kaptığım gibi gidiyorum. Telefonsuzzzz... Kaç kişi katılacak, hoca kimdir, program nedir, hiçbir şey bilmiyorum. Sadece gidiyorum.
Oraya vardığımızda programı öğreniyorum. Ama hiç önemi yok. Neyse o. Kendimi tamamen akışa bırakıyorum. Durup öylece manzaraya bakıyorum. O kadar yüksekteyiz ki aşağıda parıldayan o masmavi denizin kıpırtısını göremiyorum. O kadar yüksekteyiz ki ince bir katman bulutun üzerindeyiz. Ve o kadar yüksekteyiz ki ufuk çizgisi bizden aşağıda kalıyor. Her zaman yükseklerde olmayı sevdim. Ruhum dinleniyor yüksekte. Sesim susuyor. İçim konuşmuyor. Sadece kalbimin, yaşam sıvısını bedenime pompalarken oluşturduğu devinimi duyuyorum orada. Yo, hayır! Göğsüm inip kalkıyor. Nefes de alıyorum... Ve o, omuzuma sıcak elini değdiren güneş var ya... Esintiyi çekeleyip öne geçmek isteyen, ama ara sıra esinti tarafından öteye itilen bahar güneşi... Bir de Gölge var oralarda dolaşan. Büyük harfle Gölge. Kuyruğunu küçük açılarla sallayıp ıslak burnunu sevilmek için uzatan tatlı, güzel bakışlı Gölge. Üç gün önce peşine takıldığı yürüyüşçülerle giden ve hala evine dönmemiş olan, merak ettiğim Gölge. Sevdim ben burayı. Ama sadece manzara değil orayı bana sevdiren. Öyle çok şey var ki... O manzaraya hakim yoga salonu... Dolunay'ın boğuk ışığında doğada yaptığımız gece yürüyüşü... Yürüyüşün son noktasında yaktığımız ateş... Ateşi beslemek için bizi götüren arkadaşın o karanlıkta kafa lambasıyla bulup getirdiği çalı çırpılar... Ateşe attıklarımız... Kızların söylediği şarkılar... Gülüşmeler... Hele ertesi gün olanlar...
Günlerden 1 Nisan 2018 Pazar...
Ama ben ne tarihin ne günün farkındayım. Zaman algım yitip gitmiş. Sabah pratiğimiz ve kahvaltımız da sona ermiş. Odadayım. Diğerleri ileri seviye çalışmalara katılıyor. Ben ise misafir kapsamında sadece sabah ve akşam pratikleri ile idare ediyorum. Ayşe de... Konya'dan bir çekilişle gelmiş olan genç ve güzel kız Ayşe. Bizim o çalışmalara katılamıyor olmamıza doğrusu hafiften içerliyorum. Ta İstanbul'dan buraya üç beş seans yoga yapmaya mı geldim yani diyecekken "Hoooppp" diyorum. Saçmalama. Sakın içinde bulunduğun ruh halini bozacak tek bir şey söyleme! Ve Özlem koşarak odaya geliyor. Özgür'le Ayşe denize iniyorlarmış, gitmek ister misin diyor. İsterim demeye kalmadan atıyorum kendimi dışarı. Elimde fotoğraf makinesi hızlı adımlarla gidiyorum. Mayom yok. Zaten bu mevsimde hayatta denize giremem diyorum. Üzerimde hala duran yoga kıyafetleriyle biniyorum arabanın ön koltuğuna. Ayşe arkaya oturuyor. Sanırım o zaman öğreniyorum Özgür'ün adını.
Yol oldukça taşlı ve engebeli. Ama araba araziye uygun. Arkada mı otursaydım acaba diye aklımdan geçiriyorum. İndiriyorum camı yarıya, atıyorum camdan bu düşünceyi ve tadını çıkarıyorum. Ara sıra önümüze gelen uçurumlara neredeyse aldırmıyorum. Sohbet güzel. Tanışıyoruz. Birbirimize kendimizi anlatıyoruz. Ayşe ile daha önceden kaynaşmıştık ama Özgür'le ilk defa sohbet etme fırsatım oluyor ve hemen kanım ısınıyor. Sohbet sürerken zaman zaman dik virajlar dönüyoruz. Bir ara Özgür duruyor. Kapıyı açıp iniyor. Ne oluyor diyoruz. Bir taş gördüm diyor. Biz de iniyoruz. Taşa bakıyoruz. Özgür taşın içine yerleşmiş toprağı bir dal yardımıyla temizliyor. Ortaya dinozor kemiğinin ucuna benzer bir şekil çıkıyor. Dinozor kemiği gördüğümden değil, benzetiyorum. Atıyor taşı arabanın arkasına, devam ediyoruz. Denize varmaya az zaman kala yeni bir viraja giriyoruz. Çok dar bir viraj. İki manevrada dönülecek türden. Önü de uçurum. Birinci manevrayı yapıyor. Geri vitese takıyor. Ama araba geri gitmiyor. Patinaj çekiyor. Hafif bir iki deneme daha... Nafile! İniyoruz arabadan. Biz ne yapacaksak!
Özgür bir iki taş topluyor, arka tekerleklerin arkasına sıkıştırıyor. Ayşe ile ikimiz kenarda arabanın dönmesini bekliyoruz. Araba dönünce binip denize gideceğiz ya! Özgür biniyor arabaya, takıyor vitese, pat! Fırlatıyor taşları geriye. Araba yerinde sayıyor. Ayşe yüzüme bakıyor. Çaresiz. Bir şey yapmalıyım, böyle kenarda duramam, kafanı çalıştır diyorum kendime. Daha büyük taş lazım, düzlerinden. Buluyoruz. Zaten her yer taş. Bir iki daha deniyor Özgür. Yine olmuyor. Bu defa da tersini yapalım diyoruz. Tekerleğin altındaki taşları boşaltalım, altını düzleyelim diyoruz. Özgür bir tekerleğin altını, ben diğerini... Ama manzara komik. Nar çiçeği ojelerimle taşın toprağın içindeki ellerim tam bir tezat. Oje senin neyine diyorum içimden, ama bir yandan da gülüyorum. Sadece ben değil hepimiz gülüyoruz. O sıra sanki bir oyun oynuyoruz. Öğle eğleniyoruz ki... Kimse söylenmiyor, kimse hayıflanmıyor. Belki bir saattir güneşin altında eğilip kalkıyoruz, terliyoruz; ama biz hem odaklanmış o tekerlekleri oradan nasıl kurtaracağımızı düşünüyoruz, hem gülüyoruz. Bir ara sanırım Özgür'ün aklına su içmek geliyor ki, içerileri karıştırıyor ve bil bakalım ne çıkıyor? Bir şişe bira... Öyle bir kahkaha kopuyor ki hepimizden, gören duyan anlam veremez. Soğuk mu bari diye soruyorum. Tam kıvamında diyor.
Bir ara değişik bir çocuk ağlama sesi geliyor bir yerlerden. Çok tuhaf! Çünkü dağların tepelerin arasında yalnız olduğumuzu sandığımız bir anda bir çocuk sesi bize yalnız olmadığımızı düşündürüyor. Bir çocuk ve belki annesi... Yardım isteyebilir miyiz acaba? Yo, hayır. Onlar ne yapabilir ki?! Kısa bir süre devam ediyor bu kesik kesik ağlama sesi. Amma da ağladı çocuk deyince jeton düşüyor. Özgür sesin bir keçiye ait olabileceğini söylüyor. Bu seçenek daha makul görünüyor gözüme. Böyle şımarık bir çocuk ağlaması ancak büyük şehirde bir alışveriş merkezinde duyulabilir cinsten. Oysa bir dağ köyünde rastlayacağımız çocuk öyle bir kaprisi belki de çocukluğu boyunca hiç yapmamıştır diye aklımdan geçiriyorum. Devam ediyoruz işimize. Öyle yapıyoruz olmuyor, böyle yapıyoruz olmuyor. Bu arada bazen Özgür'ün telefonu çalıyor. Özgür ofisin masasına oturur gibi arabanın koltuğuna oturuyor, kolunu da cama yaslıyor, müşteriye sakin sakin bilgi veriyor. Telefonun öte tarafındaki bu yakada olanlardan habersiz rezervasyon yaptırıyor, bizimki de rezervasyonu mis gibi alıyor. Bu durumu hayranlıkla izliyorum. Dersler alıyorum, öğreniyorum. Önünde saygıyla eğilmek istiyorum. Terin tozun arasında metanetinden ödün vermeyerek gösterdiği bu sükunet bende büyük etki yaratıyor. Ayşe'de hafif bir endişe hissediyorum, ama bizim sakinliğimiz onu da yatıştırıyor ve tekrar strateji yapıyoruz. Özgür krikoyu ve onu açmak için kullanacağımız çengel uçlu iki mafsallı çubuğu bulup çıkarıyor.
Çıkardığı krikoyu arka tekerleğin önündeki bir yerlere takıyor. Ben de çubuğun mafsallarını sabitliyorum ve çengeli krikoya geçiriyorum. Bu işi yapabileceğime emin değilim, ama denemeden bilemeyeceğim. Deniyorum, olmuyor. Ağır geliyor. Özgür çeviriyor. Lastik kalkıyor. Ayşe altına konulacak taşı bulma görevini üstleniyor. Üzerinde uçuşan mini elbisesi ve bembeyaz ayakkabılarıyla o da en az benim ojelerim kadar tezat bir görüntü oluşturuyor içinde bulunduğumuz duruma. Büyük ve düz olan pek çok taş bulup getiriyor. Özgür taşlardan birini sol arka lastiğin altına yerleştiriyor ve indiriyor. Aynı işlemi sağ arka lastiğe de yapıyor. Bu defa başarma olasılığı daha yüksek görünüyor gözüme, ama yine de emin olamıyorum. Belli ki Özgür'ün de tereddütleri var. Arabayı hareket ettirmeden önce kritik soruyu soruyor: Hanginiz araba kullanmayı biliyor? O bir anlık sessizlikte içimde patlamalar meydana geliyor ve cevap vermeden önce, içimdeki büyük kalabalık dışarıdan duyulmayan ancak bana oldukça yüksek volümlü gelen iç konuşmalara başlıyor: Önümüz uçurum... araba düz vitesli... ben on küsur senedir düz vitesli araba kullanmıyorum... üstelik bu küçük bir araba da değil... önce hangi pedala basıyordum... hatırlamıyorum... ama şu an bana ihtiyaç var... yapmalıyım... yapabilirim... hadi... Ben biliyorum diyorum, ama sesim titrek. Gözler bende. Biliyorum ama yıllardır düz vitesli kullanmadım. Tamam geç direksiyona diyor Özgür, ben iteceğim. Ayşe de geçiyor itme mahalline. Sırtlarını uçuruma veriyorlar. İçim hopluyor. Geçiyorum direksiyona. Kalbim ağzımdan çıkacak. Belki on defa "bi dakka" diyorum. Yüzde yüz konsantre olmaya çalışıyorum. Bir ayağım frende, ötekiyle debriyaja basacağım ama dikkatimi frendeki ayaktan almaya korkuyorum. Tamam yapacağım şimdi: Bi dakka... Artık arabanın saplandığı yerden kurtulma meselesini düşünemiyorum. Yeni bir sorumluluğum var: Direksiyon başında yapılması gerekeni yapmak. Son bi dakkamı da söyledikten sonra o hamleyi yapıyorum, araba hafiften hareket ediyor, ama yeterli değil. Olsun! Ben ayağımı frenden kaldırıp gaza basabildim ya, o an "ben"i aşıp "biz"e varıyorum. Doğru yoldayız. Mücadeleye devam...
El frenini var gücümle çekip iniyorum. Tekerleğin oralarda ne olup bittiğini inceliyoruz. Haydi bir deneme daha. Tekerlek tekrar kalkacak. Özgür'ün gücünü idareli kullanmalıyız. Daha ne kadar çalışacağımızı bilmiyoruz. Direksiyona da geçtim ya, bi güven geliyor. Krikoyu kaldırma işini tekrar deniyorum. Onu da başarıyorum. Tekerleğin altına yerleştirdiğimiz tek bir büyük taş yetersiz kalıyor. Geri gidebilmek için gereken mesafeyi düz ve büyük taşlarla döşemeye karar veriyoruz. Neredeyse yol inşa ediyoruz. Hepimiz uygun taş arıyoruz, buluyoruz getiriyoruz. Gidiyoruz, yine arıyoruz, buluyoruz, biriktiriyoruz. Bu sağ lastik için, bu sol lastik için... Bir ara Ayşe bir çığlık atıp koşmaya başlıyor. Örümcek, örümcek diyor. Ne örümceği, niye koşuyorsun deyince elim kadar, tüylü ve siyahtı diyor. E dağdayız, normal! Özgür hani nerede göster deyip oraya gidiyor. Ben de -meraklı turşucu- el kadar tüylü siyah örümceği görmeye gidiyorum. Örümcek yok meydanda, ama yuvası duruyor. Bildiğimiz örümcek ağlarından değil. Taşın alt yüzeyine yapmış yuvasını. Mükemmel bir dikdörtgen. İpek bir tül gibi. Öyle bir emek var ki o yuvada... Taş tam aradığımız türden olmasına rağmen, örümceğin yuvasını bozma küstahlığını göstermiyoruz ve taşı tekrar çevirip bulduğumuz haliyle oracığa bırakıyoruz.
Off... Birazcık su olsa! Özgür arabanın içinde bir yerden yarım şişe su buluyor. O suyu bir diksem hepsini içer bitiririm, ama bitirmiyorum. Halen orada ne kadar daha kalacağımız belli değil. Bir yudum alıp duruyorum. Haydi kriko başına. Bir kez daha kaldırıyorum arabayı. Ve bir kez daha... Yetmiyor, bir kez daha... Kendimi Herkül gibi hissettiğim anlar oluyor, ama yoruldukça bu hissiyatım kayboluyor. Güneş ve susuzluk yoruyor. Bir ara arabayla konuşmaya başlıyorum. Artık bu son şansın diyorum. Sana yeterince kredi verdik. Çok değerli anlar geçirdik. Çok şey öğrendik. Çok şey paylaştık. Müthiş bir ruh haliyle müthiş bir çember kurduk. Ama yeter. Ders bitsin artık ve biz gidelim. Söz bak! Denize de gireceğim. Özgür de denize girmek farz oldu artık diyor. Üzerimizde biriken ince toz tabakası ile Özgür'ün yüzündeki siyahlıkları ancak deniz suyu temizleyebilir. Denizin hayaliyle, döşediğimiz yolun da mükemmel görüntüsüyle, kendimizden neredeyse emin bir şekilde bu iş artık bitti diyerek ben direksiyona, Özgür ve Ayşe de uçurumun kıyısına araba itme pozisyonuna geçerek son fiskeyi vuruyorlar. Eğer bu defa da olmazsa yürüyerek denize ineceğimizi, arabayı orada bırakacağımızı, telefonla yardım çağıracağımızı söylüyor Özgür. Konsantrasyonumuzu topluyoruz veeeee... Araba yerinden oynuyor! Döşediğimiz taşlar işe yarıyor ve kurtuluyor saplandığı noktadan. Ama ne yazık ki gitmesi gereken yöne doğru değil de, yana doğru kayıyor araba...
Yıkılıyor muyuz?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum.
Ama bu an çok önemli bir an. Pes edebiliriz, çünkü öyle demiştik. Ve öyle bir yılgınlık hali oluşuyor ki, öyle bir hayal kırıklığı var ki, pes etmek kaçınılmaz gözüküyor. Ya da etmeyebiliriz. Ayşe de o ışığı tam olarak göremiyorum, ama Özgür iki buçuk saattir süren kurtarma operasyonuna daha yeni başlamış gibi davranıyor. Ve az önce kurtulduğumuzdan emin olduğumuz için arabaya kaldırdığımız krikoyu yeniden çıkarıyor. Çubuğun mafsallarını fark etmeden krikoya çengeli takıyor. "Bi dakka, bi dakka" deyip mafsalları sabitliyorum ve Özgür var gücüyle çeviriyor. O da yoruldu, biliyorum. Ama artık yöntemin doğru olduğundan eminiz, yapabiliriz diyor. Hayranlığım boyumu aşıyor. Bir ömürdür bu kadar dirayetli olamadım. Kim bilir kaç kereler tam sona yaklaştığım anlarda pes ettim. Ve şu an, tam şu an yine pes edebileceğim andır. Bu kadar çabalayıp, son darbeyi indiremeyeceğim, ve çaresizlik içinde yardım isteyeceğim, bu nedenle hep mahzun kalacağım andır. Başkalarına muhtaç olma duygusundan kurtulamayacağım, özerkliğimi kazanamayacağım ve yardıma muhtaç olarak yaşamımı sürdüreceğim andır. Ama eğer pes etmezsem neler olabileceğini bana reel bir zaman diliminde ispatlıyor Özgür ve onun sayesinde o son hamleyle yardımsız kurtuluyoruz.
Arabanın yola devam edebileceği hissi, bir kuşun özgürlüğe kanat açtığı anın hissi ile eş değer sanki...
Sarılıyoruz birbirimize...
Hissettiğim yegane şey mutluluk.
Ama kurtulmanın mutluluğu filan değil. Bir şeyin mutluluğu da değil. Saf ve katıksız bir mutluluk. Kendinde mutluluk...
Denize varıyoruz.
Düşünmüyorum, çıkarıyorum üzerimdekileri. Kayanın üzerine bırakıyorum eşyalarımı. Ayşe suya hızla giriyor. Arkasından Özgür. Suyun soğuk olduğunu biliyorum. Hayatımın ilk 48 senesini soğuk suya girmemeyi tercih ederek geçirmiştim. Bugün ise özel bir gün. Belki yeni hayatımın ilk günü. Taşlı denizde koşarak atıyorum kendimi suya. O an zihnimde çocukluğum canlanıyor. Caddebostan plajında denize girdiğim çocukluğum... Suyun aşama aşama beni ıslattığı, nadiren koşarak girebildiğim deniz ve çocuk ben... Kollarımı eller yukarı pozisyonuna alarak parmaklarımın ucunda ancak yarım saatte suya girebildiğim çocukluğum... Herkes yüzüp döndükten sonra ancak şöyle bir ıslanıp, bir iki dalıp kova ve kürek ile kenarda oynadığım çocukluğum... Bu kez bir döngüyü kırıyorum ve soğuk sulardayım, çığlık çığlığa. Su öyle soğuk ki buz denizine atlamış gibi hissediyorum. Çığlıklarım dağlardan yankılanıp bana geri dönüyor. Yüzüyorum. Daha doğrusu çırpınıyorum. Bu ne kadar sürüyor bilmiyorum, ama tenim bir süre sonra uyuşuyor ve soğuğa alışıyorum.
Özgür ileriyi göstererek burunun ardındaki mağaraya gidelim diyor. Tamam, hadi siz gidin ben geliyorum diyorum. Deniz biraz hareketli. Su epey tuzlu. Mağara dediği yer kayalığın altında kubbe biçiminde genişçe bir oyuk. Deniz çarpan dalgalarıyla kayayı oymuş. Giriyoruz içeri. Biraz tekinsiz hissediyorum kendimi. Özgür çıkıp kenara oturuyor. Ayşe'ye de tavsiyelerde bulunarak onu da çekip çıkarıyor. Bir de yetmezmiş gibi beni de oraya çağırıyor. Yahu Özgür'cüm beni boşver, ben burada iyiyim, bak ne güzel her yer mavi filan deyip kandıramıyorum. Evladım, ben elli yaşında kadınım, yapamam öyle şeyler. Zaten mayom da yok. Dil döküyorum, ama anlatamıyorum. İlla da çıkacağım. Peki, battı balık yan gider deyip çıkıyorum dipteki kayaya. Dönüp mağaranın ağzına bakıyorum. Güneşin yansımalarıyla birlikte su zümrüt rengine bürünüyor ve mağaranın tavanında kristal yansımalar oynaşıyor. Üşüyeceğimi sanmıştım, ama üşümüyorum. Ürpermiyorum bile. Bir yoksunluğumun daha üstesinden geliyorum. Bugün 1 Nisan 2018 Pazar. Yeni başlangıçlar ve idraklar günü. Kendimi var ediyorum. Varlığımı kutsuyorum. Güçlü bir kadın olduğumu biliyorum, ama öyle çok zayıf ve kırılma anlarım oluyor ki birinin desteğine ihtiyaç duyuyorum. Yardım değil, sadece küçük birkaç cesaret tohumu... Kolayca pes etmemeyi kendi tavrıyla az önce ispatlamış biri üzerime tam da bu tohumlardan saçıyor. Bu armağanları gönülden kabul ediyorum ve mutlu oluyorum.
Sonra ikinci bir mağaraya daha gidiyoruz. Ve karaya dönüyoruz. Ben sanırım Nirvana'dayım. Üstümde bir aldırmazlık, bir rahatlık, öylece çıkıyorum sudan. Karadaki kuru kıyafetlerimi giyiyorum. Ayşe de üzerini değişiyor. Özgür ise kıyıda ateş yakıyor. Bir süre de ateşin etrafında sohbet ediyoruz. Fotoğraf filan çekiyoruz. Yani keyfin dibine vuruyoruz. Zaman yok... Mekan yok... Önyargı yok... Bekleyen yok... Ve üçümüzden başka hiçbir şey yok sanki. Ufak tefek hikayeler var ,ama sadece gülünesi hikayeler gibiler. Bir ara aklıma oteldekiler geliyor. Özellikle de ileri seviye derslere katılamadığıma içerlediğim düşüncesi üşüşüyor... İleri seviye ders neymiş gelsinler, görsünler diyorum içimden. Gerçek bir ruhsal arınma, temizlenme ve belki de sıçrama yaşıyorum. Meditasyon, farkındalık, beni saran dış dünyanın hücrelerim ve ruhumla olan teması. Hepsi aktif.
Devam etsem belki daha söyleyecek çok şey bulurum, fakat hissiyatımın zirve noktasına ulaştığı şu anda yazmayı kesmek istiyorum. Ve bunları yaşayabildiğim için evrene teşekkür ediyorum.
Hayat bir kumbaradır. O kumbarada ne hatıralar birikir, hergün... Ancak pek çoğu unutulur gider. Değersiz olduklarından değil. Ama yine de unutulurlar işte... Oysa ki, bizi biz yapanlar tam da o hatıralardır. Yaşanan değerli anları kalıcı kılmak ve onları sevdiklerimizle paylaşabilmek için sizce neler yapılabilir?